"Zübeyde, vefatından bir yıl kadar önce vasiyette bulundu" Ben öldükten sonra ruhuma her sene hatim okunsun isterim, bunun için bir miktar para bırakmak isterim, nereye vereyim" diye sordu. Darüşşafaka'yı önerdiler. Darüşşafak'ya 20 bin kuruş bağışta bulundu. "Her sene Kadir Gecesi'nde bir Darüşşafaka öğrencisinin hatmi şerif icra etmesini, bundan doğacak sevabı başta Hazreti Muhammed ve ailesi olmak üzere, enbiya ve evliyalara, kendi gelmiş geçmiş aile efradının ruhlarına bağışlanmasını" şart koştu. Yanında çalışanları unutmadı. Vefat ettiğinde, Hayriye Hanım'a bin kuruş, manevi kızı Ayşe'nin çeyizi için bin kuruş, Mustafa Kemal'in emaneti Abdürrahim'in eğitimi için iki bin kuruş, Vasfiye Hanım'a iki bin kuruş verilmesini istemişti. Mustafa Kemal bu vasiyeti öğrendi. Annesine her yıl hatim okuttu. Hatim okuyan hafıza zarf içinde bir miktar para verdi. 14 Ocak 1923... Gün ağarmak üzereydi. Mustafa Kemal emir eri Ali Çavuş'u çağırdı. "Haber var mı" diye sordu." Ali Çavuş" Maalesef var" diyemedi. "Şifre geldi ama çözülemedi" diye filan geveledi. O derin mavi bakışlardan bir bulut geçti... "Bir rüya gördüm, yeşil tarlalarla anamla dolaşıyordum, birdenbire fırtına çıktı, anamı yanımdan alıp götürdü, anamın öldüğünü biliyorum" dedi. Cenazeye katılamadı. Her zaman olduğu gibi yine Zübeyde'nin yanında bulunan Salih Bozok'a telgraf çekti, kendi adına annesini toprağa vermesini istedi. "Merhumenin münasip bir tarzda merasim-i tedfiniyesini ifa ediniz, Cenab-ı Hak, milletimize hayat ve selam versin" dedi. Mütevazı bir tören yapılmasını istedi. Mütevazi bir kabir istedi. Hatta, İzmir Belediyesi 1934 yılında fuarın inşası için getirilen Fransız mimar Maurice Gauthier'ye mozole çizdirdiğinde bile kesinlikle izin vermedi. "Bunlar süslü, lüks ve masraflı, sakın yapmayın, bir kaya getirin,başucuna koyun, üstüne de" Atatürk'ün annesi Zübeyde burada gömülüdür" yazdırın, çevresine çocuk parkı yaptırın, çocukları çok severdi" dedi. Latife son saniyeye kadar Zübeyde'nin başucundaydı. Müstakbel gelin adayı, kayınvalidesini Karşıyaka'daki köşkünde ağırlıyor, bakımını sağlıyordu.
Vefatı üzerine İzmir Valisi'ne haber verdi sonra en tanınmış 33 hafızını çağırdı,sabaha kadar hatim okuttu. Siyah manto giydi, siyah peçe taktı. Cenaze alayına katılmak istedi. En başta kendi ailesi itiraz etti. "Kadınlar cenazeye katılmaz" denildi. Bunun üzerine kapalı bir faytona bindi, cenaze alayını en arkadan adım adım takip etti. Kabir çevresinde yoksullara yüzlerce gümüş mecidiye sadaka dağıttı. Kırkında mevlit okuttu, elli ikisinde aşure yaptırdı. Oğul, 13 gün sonra gelebildi. Annesinin kabrine gitti. Hayatının belki de en duygusal konuşmasını yaptı.
Atatürk'ün annesinin kabrinin başında yapmış olduğu konuşma:
“Zavallı annem bütün millet için ülkü olan İzmir’in kutsal topraklarına bedenini vermiş bulunuyor.
Arkadaşlar, ölüm, yaratılışın en doğal bir kanunudur. Fakat böyle olmakla beraber bazen ne üzüntü verici görüntüler olur. Burada yatan annem, eziyetin, zorlamanın bütün milleti felakete götüren keyfi idarenin kurbanı olmuştur. Bunu açıklamak için izin verirseniz acı hayatının belli birkaç noktasını sunayım:
Abdülhamit devrinde idi. 1905 tarihinde mektepten henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Fakat bu adım hayata değil, zindana rastladı. Gerçekten bir gün beni aldılar ve baskı idaresinin zindanına koydular. Orada aylarca kaldım. Annemin bundan ancak hapisten çıktıktan sonra haberi olabildi. Ve derhal beni görmeye koşup İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisiyle ancak üç beş gün görüşebildim. Çünkü baskı idaresinin casusları, cellatları tekrar kaldığımız evi sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi.
Annem ağlayarak arkamdan beni takip ediyordu. Ben sürgün yerime götürecek olan vapura bindirilirken, benimle görüşmesi engellenen annem, gözyaşlarıyla Sirkeci rıhtımında acılar ve kederler içinde bırakılmış oluyordu.
Sürgün yerinde geçirdiğim tehlikeler, onun hayatının acılar ve gözyaşları içinde geçmesine sebep olmuştur.
Başka bir nokta daha: Mütarekede Anadolu’ya geçtiğim zaman annemi acılı bir halde İstanbul’da bırakmak zorunda kaldım. Benim hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının yerine getirildiğini zannetmiş ve bu zan kendisini felce uğratmış.
Ondan sonra bütün mücadele senelerinde onun hayatı acı ve üzüntü içinde geçmişti. Kaldığı ev bir türlü bahanelerle ve nedenlerle basılır, araştırılır, kendisi rahatsız edilirdi.
Annem üç buçuk senelik bütün gece ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi.
Bu gözyaşları ona gözlerini kaybettirdi.
Sonunda çok yakın zamanda onu İstanbul’dan kurtarabildim. Ona kavuşabildim ki; o artık maddi olarak ölmüştü, yalnız manevi olarak yaşıyordu.
Annemin kaybından şüphesiz çok üzüntülüyüm. Fakat bu üzüntümü gideren ve beni avutan bir konu var ki, o da anamız vatanı yok olmaya götüren idarenin artık bir daha geri gelmemek üzere yokluk mezarına götürülmüş olduğunu görmektir. Annem bu toprağın altında, fakat milli hakimiyet sonsuza kadar devam etsin.
Annemin mezarı önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum, bu kadar kan dökerek milletin kazandığı ve elde tuttuğu hakimiyetin korunması ve savunması için gerekirse annemin yanına gitmekte asla kararsız davranmayacağım.
Milli hakimiyet uğruna canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun...”
Okuduğunuz gibi, Büyük Önderimiz Atatürk, silah arkadaşlarıyla birlikte milletin egemenliği için büyük mücadeleyi verirken annesi felç geçirmiş ve ağlamaktan gözlerini kaybetmiş.
Pek çoğumuzun bilmediği bu tarihi gerçeği, Cumhuriyet’in kader seçimine koştuğumuz şu günlerde, onu koruyup devam ettirmenin, hepimiz için bir vicdan ve namus borcu olduğunu hatırlatmak için paylaşıyorum.