Son soruşturmanın açılması kararında özellikle üç sanık üzerinde durulduğu anlaşılıyordu: Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan ve Nihal Atsız...
Reha Oğuz Türkkan, 1940’ların başında Bozkurt ve Gökbörü adlı dergiler çıkartmaktaydı. Dr. Hasan Ferit Cansever’in Türk Yurdu, Dr. Rıza Nur’un Tanrıdağ, Atsız’ın Orhun, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç ve Hüseyin Hüsnü İrkelet ile Enver Paşa’nuın kardeşi Nuri Killigil tarafından paraca desteklendiği ileri sürülen Çınaraltı, Dr. Fethi Tevetoğlu’nun Kopuz dergileri o yılların Türkçü, ırkçı ya da Turancı sayılan başlıca yayın organlarıydı ama “Orhuncu” Nihal Atsız ile “Bozkurtçu” Reha Oğuz Türkkan hiç geçinemezdi.
Son soruşturmanın açılması kararında Reha Oğuz Türkkan’ın Ankara Gazi Lisesi’nden sınıf arkadaşları Cihat Savaşer, Ceyhun Atuf Kansu, Hikmet Tanyu ve Bülent ile Gürem adını verdikleri bir gizli örgüt kurdukları: Reha Oğuz Türkkan’ın Ceyhun Atuf Kansu’yu “senin aile tarafın Çerkez imiş.” diyerek örgütten uzaklaştırdığı bundan sonra örgütün Reha Oğuz ve Hikmet Tanyu tarafından sürdürüldüğü anlatılılıyordu.
Savcıya göre Gürem örgütü, Türk soyundan gelmeyenlerin elinde olduğuna inanılan hükümeti zorla geri almak amacıyla kurulmuştu! Savcı Reha Oğuz Türkkan’ın Nihal Atsız’a bir gizli örgüt kurduklarını söylediğini belirttikten sonra Ziya Özkaynak adlı tanığın Türkkan hakkındaki şu anlatımlara yer veriyordu:
“Irkçı ve Turancı bir hükümet kurmak lazımdır. Bugünkü hükümet hiçbir şey başaramıyor. Biz hükümeti ele almak için gizli bir teşkilat kurduk. Atatürk’e muhalif bir doktorun idarsindeyiz. Birçok subay cemiyetimize dahildir. Muhafız alayı ve Sarıkışla subaylarını elde ederek bu kuvvetlerle merkezden ani bir hükümet darbesi yapacağız. Yabancı bir hükümetle temastayız. Bize silahla yardım edecek. Doğru Büyük Millet Meclisi’ne giderek evvela mebusları tevkif edip iktidar olacağız!”
Reha Oğuz Türkkan savcılık ve mahkemede olayları şöyle anlattı:
“Türkçülük -Turancılık hakkında bütün kitapları okyarak bunların tesiri altında kaldım (...) Turandaki Türkleri de Türkiye ile birleştirerek saf Türklerden müteşekkil kuvvetli bir kitlenin vücut bulacağı inancıyla ‘Filiz, Ergekon ve Bozkurt adlı dergilerde yazılar yazdım. Kitap Sevenler Kurumu ile de Türkçülük ve Turancılık ile ilgili eserleri yeniden yayımlamak istedim.... Gürem’e girmek için ırkçı ve Turancı olmak ve bu uğurda çalışacağına yemin etmek şarttı (...) Turancılığın gerçekleşmesi için hudutlarımız dışındaki Türklerin ileride hürriyetlerine ve bağımsızlıklarına kavuşmalarının Hatay’ın gibi bize katılmaları ya da Türkiye’nin müttefikleriyle Rusya’ya hücum etmesi veya Alman-Rus Harp’inde Rusların mağlup olmaları ve dağılmalarıyla oradaki Türklerin bağımsızlığa kavuşup Türkiye ile birleşmeye karar vermeleri üzerine meydana geleceğini...”
Reha Oğuz Türkkan mahkeme önündr Ziya Özkaynak ile görüşmeleri konusunda şunları söyledi:
Gizli bir cemiyetimizin bulunduğunu 70-80 kişi olduğunu, Avni Mat adlı bir şefimizin bulunduğunu, cemiyetimizin istihbarat, basın, inceleme ve yayın kolları halinde çalıştığını söyledim. Gayemizin de masonlar gibi fikirdaşlarımızı gizli tutarak seneler boyunca mühim mevkilere yükseltmek, fikirlerimize uymayanlar yer vermemek. By arada Türkçülük neşriyatı yaparak inanan kitleyi çoğaltmak, azaların bu anlamda yetersizliği karşısında ileride ya siyasi fırka halinde ortaya çıkmak yahut bir hükümet darbesi yaparak inanan nesle iktidarı temin eylemek; ihtilal yaparak kan dökülmesini doğru görmediğimden kansız bir surette hükümet darbesi yapılması icap ettiğini söyledim. Gizli cemiyetimize ordu mensuplarının dahil olduğunu söylemedim. Yalnız ‘Ergenekon’ mecmuasının her yerde ve hatta Sarıkışla subayları tarafından okunduğunu gördüğünü bildirdim.”
Herhangi bir gizli örgütün kurucusu olmadığını, aralarında çekişme olan Nihal Atsız’a karşı kendisine önem verdirmek için böyle konuştuğunu amacının ‘Atsız’a karşı blöf yapmak” olduğunıu söyleyen Reha Oğuz Türkkan kendini şöyle savunuyordu:
“Atsız’a karşı yapılan bu blöfün meydana çımaması için Fehiman Altan’a aynı şekilde yemin ettirdim. İkinci maksadım da Anadolucular grubuna karşı bir gösteriş yapmaktı çünkü Fehiman, Anadolucular grubundan olan Emin Melo’nun akrabasıydı. Ona söyleyecek dolayısıyla aynı gruptan olan Remzi Oğuz Arık da duyacaktı. Bu suretle biZ Bozkurtçularım esaslı şekilde çalıştığımızı anlatmak istiyordum.”
Dr. Rıza Nur’un siyasi görüşlerinin savunulması görevini kendisine bıraktığı, Irkçı-Turancı akımların lideri ve ideologu sayılan Nihal Atsız, 1905 yılında İstanbul’da doğmuştu. Liseyi bitirdikten sonra tıp fakültesine girdi. Siyasal çalışmaları nedeniyle tıp fakültesinden atılınca başladığı edebiyat fakültesini bitirir bitirmez aynı fakültede asistan oldu. 1930 yılında çıkardığı atış adlı dergi ve hocası Zeki Velidi Togan ile ilgili bir telgrafı nedeniyle Malatya’ya soruldu. Çeşitli illerde öğretmenlik yaptı. Orhun dergisini çıkardı. Orhun dergisinde çıkardığı yazılar nedeniyle Sabahattin Ali tarafından mahkemeye verildi.
Atatürk düşmanı Rıza Nur’un siyasal mirasçısı Nihal Atsız idi!
Son soruşturmanın açılması kararında Zeki Velidi Togan’ın Alman-Sovyet savaşı sırasında Almanya’da “Ruslarla birleşip taarruza geçme” düşüncesiyle örgütlenme çalışmaları yaptığı, bu amaç için Neriman Karadağlı ve Ahmet Karadağlı ile görüştüğü, Reha Oğuz Türkkan ile mektuplaştıklarını anlatılıyor ve Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın bir gizli örgüt kurduğu ileri sürülüyordu.
Savcı Kâzım Alöç, sanıkların 1941 yılında Taksim’de bir evde “esir Türkleri kurtarmak” için gizli örgüt kurduklarını, bu örgütle hükümeti devirmek amacıyla tabanca ve bayrak üzerine yemin ettiklerini iddia ediyordu. Savcıya göre Nihal Atsız ırkçı ve Turancıydı. Kardeşi Necdet Sançar’a yazdığı mektuplarda Turancılık propagandasından söz etmiş, öteki sanıklara da ırkçılığı ve Turancılığı benimsetmişti.
Atsız, Sancar’a yazdığı 7 – 8 Eylül 1941 tarihli mektubu şöyleydi:
“Senin Çerkes olduğunu keşfeden itler benim de Çerkes olduğumu keşfetmişler. Bizi Türk olmamakla itham edip şüphe yaratmak istiyorlar. Memlekette namuslu Türklük rejimi kurulunca bunların toptan imhası içten bile değildir.”
Savcı Atsız’a “siz dördüncü göbek babanızı bilmiyorsunuz. Biz öğrendik” dedi. Atsız şaşırıp sordu: Kimmiş?” “Dördüncü göbek babanız Rum diyen savcı Atsız’ın dedesinin, babasının da “dönme olduğunu ileri sürüp bu görüşünü iddianamesine de yansıtarak Atsız’ın üçüncü göbekten babasının Rum olduğunu” yazmıştı!
Atsız, Alöç’ün bu savlarını mahkemedeki sorgusunda şöyle yanıtladı:
“Belki bu iftira benim ırkçılığımı çürütmek için ortaya atılmıştır fakat çürütemez. Varsayalım benim baba tarafımdab bütün ecdadım gayrı Türk olsa bile bununla ırkçılık çürütelemez (...) fakat ben halis Türk değil isem ırkçılık davasını gütmem hem samimi hem bu davanın haklı ve kuvvetli olduğunu gösterir.”
Atsız, Turancılık konusunda şu ilginç polemiğe girdi.
“Irkçı ve Turancı olduğumuz için vatan ve millet haini olduğumuzu gazetelerde ilan eden örfi idare komutanıyla duruşmamızı yapan hep Turancılğa ait adlar taşıması Tanrı’nın bir lutfü ve ihtarıdır.”
Nihal Atsız, gerçekten parlak bir savunma yapmıştı. Reha Oğuz Türkkan ve Cemal Oğuz Öcal’ı verdikleri ifadelerin kendisi ile bölümleri yüzünden set bir dille yanıtladı. Sabahattin Ali’nin açtığı dava nedeniyle yapılan gösterileri kendisi tarafından değil Behçet Kemal Çağlar, Rabii Barkın, Rasih Kaplan, Reşat Şemsettin Sirer, Suut Kemal Yetkin ve Tahsin Benguoğlu adlarındaki milletvekillerinin “sözlü telkinleri” ile oluştuğunu söyledi.
Atsız, Savcı Kâzım Alöç’ü şu sözlerle suçluyordu:
“Bu kadar büyük adeta dünya çapında bir davanın sorgusu üzerinde olan Kâzım Alöç, davanın büyüklüğü ile uygun şahsi bir makam temini hevesiyle işe başlamış, müzelerdeki heybetli mankenlerin altından iki değnek parçası çıktığı gibi bu haliyle tahkikatın altından da iki manyakla masum vatanperverler çıkınca inanamamış, muhakkak resmi sözlere uygun ifadeler almak için zanlılara emniyet müdürlüğündeki yardımcıları ile birlikte her türlü işkenceyi yapmaktan çekinmemiştir. İnsanların insan gibi hava ve güneş görerek yaşayacağı kocaman bir askeri cezaevi varken zanlıların sıkışık, pis, bir karyolanın anvak sığdığı hücrelerde, güneş bulunmayan, yaz günlerinde musluklarından su akmayan Emniyet Genel Müdürlüğü nezarethanesine niçin götürüldüğü elbette mahkemenizce takdir olunacaktır.
Nihhal Atsız savunmasını şöyle bitirdi:
“Irkçı ve Turancı olduğum için mahkum olursam bu mahkumluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir.”
Sanıklar Sirkeci’deki ünlü Sansaryan Han’da “tabutluk” adı verilen hücrelere kapatılmışlardı. Başlarına da beş yüz mumluk lambalar asılmıştı. Atsız, Savcı Alöç’ü işkencelerden sorumlu tutuyordu.
“Rize Pera Palas Oteli’ni tahsis edemeyeceğini söyleyerek istihza kabiliyetini ispata yeltenen, ‘elbette her türlü işkenceyi göreceklerdir’ diyerek şecaat arz eden, istediği şekilde ifade almak için anayasamızda yasak edilen işkence yollarına saparak Reha Oğuz Türkkan’ı, Hamza Sadi Özbek’i, Hikmet Tanyu’yu, Osman Yüksel Serdengeçti’yi, Orhan Şaik Gökyay’ı ‘tabutluk’ denen, tepesinde beş yüzer mumluk, üç ampul yanan, bir insanın ancak ayakta durabileceği kadar dar bir hücreye sokan, kamu şahidi diye ifadesini okuduğu Külahlıoğlu Mehmet’e falaka attıran, Necdet Sançar’ı ne bir penceresi ne de hava deliği olmayan hücrede 22 gün tutan, Zeki Velidi Togan’ı üç gün aç bırakan, beni toprağın beş metre altında küflü ve rutubetli havasında kibrit yanmayan ve eşyaları küflenmiş, duvarlarından lağım borusu sızan bir mezarda, evet mezarda bir hafta tutan, masum zevcemi alıkoyarak yavrusundan zorla ayırıp o zaman dört yaşında bulunan küçük oğlumu anası babası sağken öksüz bırakan bu adamın bana vicdansız diyerek aşağılamaya cüret etmesi vicdana karşı bir iftira ve işgal ettiği makama hakarettir!”
Sanıklardan Reha Oğuz Türkkan’ın savunması, 8 saat 23 dakika sürdü. Türkkan, 327 sayf tutan savunmasında “kızıllar” tarafından susturulmak istendiğini, davanın açılma nedeninin bu olduğunu ileri sürüyor ve “gizli örgüt kurma” suçlamasını yadsırken şunları söylüyordu.
“17-18 yaşlarımın tesiri ile şuna buna gizli bir dernek mensubu gibi görünmek sevdasına düştüm. Bir iki kişiye bundan bahsettim. Mektuplarımda abartılı cümleler sarf ettim. Laf olsun diye bir iki kişiye temin ettirdim. Özetle yalan demeyeyim, yaşım hakkında zararsız palavralar attım.”
Reha Oğuz Türkkan, savunmasının 17. Sayfasında bu çocukça çalışmalarının “düşmanları tarafından saptırılıp şişirildiğini” anlatıyor ve düşmanlarının listesini veriyordu. Şahsi düşmanları Hamza Sadi Özbek, Kâzım Alöç, Nihal Atsız, Nurullah Baruman, Tahsin Argun, Ziya Özkaybak; fikir düşmanları komünistler ve Türkkan’ı eleştiren Falih Rıfkı Atay gibi yazarlar!
Türkkan’a göre Nihal Atsız “kindar, kıskanç ve yalancı”ydı. Sanıklardan Hüseyin Namık Orkun da kendisi hakkında “Ermeni’dir” diye dedikodu yapmış bu yüzden araları açılmıştı. Ziya Özkaynak da talancıydı. Türkkan “Ermenilik” savlarına karşı mahkemede şu açıklamayı yapıyordu:
“Babam Yüksek Mühendis Halit Ziya Türkkan, İzmir’in Tire kasabasından, onun babası Hacıkadı ailesinden İbrahim Rıza,mtı göbek soyumuz hep Taşköprülüdür. Anam, Saibe Türkkan Rumeli’de doğmuştur. Babası Yusuf Bahtiyar Bey Bakü’de doğmuş bir Azerbaycan Türkü’dür. Onun babası ise Gence eyaletinin Handek köyünden Ali Ağa’dır. Annemin ana kolu ise Rumelilidir ve Türk’tür. Aslen İstanbullu Arslan Paşazadeler ailesine mensuptur ki bunun en uzak atası da Sivaslı ya da Mucurlu imiş. Şimdiki Paris Büyükelçidi Numan Menemencioğlu ile Namık Kemal aracılığı ile ama kolundan akraba bulunuyoruz. Abdulhalik Renda ise bu koldan kız almış bir aileye mensuptur.
Türkkan, ailesinin soy ağacını açıkladıktan sonra kendisine Ermeni diyenleri “alçaklıkla” suçluyordu.
Reha Oğuz Türkkan, savunmasının 113. sayfasında başlayan bölümde “Turancı, müfrit ırkçı, Almancı ve mihverci olmadığını Kemalizm ve Türkçülüğün özdeş kavramlar olduğunu, bu yüzden suçlamaların dayanağı olmadığını” söylüyordu.
Reha Oğuz Türkkan, arkadaşları Doç. Dr. Aydın Yalçın, Lütfi Aksoy, Sami Karayel’i savunma tanığı olarak göstermişti. Tanıklar, Türkkan’ın gizli bir örgüt kurmadığını, evindeki toplantıların daha çok ülkede yaygınlaşan komünizm akımları üzerinde yoğunlaştığını söylemişler. Sıkıyönetim Mahkemesi de bu tanıklara dayanarak Reha Oğuz Türkkan’ın aklanmasına karar vermişti.
Sanıklar, mahkemede kendilerine ağır işkence yapıldığını ileri sürdüler. “Tabutluklar” siyasal sözlüklere 1944 Irkçılık-Turancılık Davası nedeniyle geçti.
Savcı Kâzım Alöç, Üsteğmen Alparslan Türkeş’in de sorgusunda “Nihal Atsız bana daima ırkçı ve Turancı uyarıda bulunmuştur. Ben de tamamen onun gibi düşünüyorum” dediğini kararına yazmıştı.
Son soruşturmanın açılması kararında da Atsız-Sabahattin Ali davasında adliye ömünde ve içindeki gösterilerin kimler tarafından, nasıl yapıldığının Savcı Kâzım Alöç’ün Üsteğmen Alparslan Türkeş ile ilgili değerlendirmesi şöyleydi.
“1333 (1917) senesinde Kıbrıs’ta, Lefkoşa’da doğmuştur. Küçük yaşta asker ocağına katılan Alparslan Türkeş, 1937-1938 senelerinde Nihal Atsız’ın pençesine düşmüş ve askeri camianın siyasi faaliyetten tamamen uzak, temiz havasını bulandırmaya yeltenmiştir. Atsız’ı gölgede bırakacak derecede ırkçı, Turancı ve olumsuzdur.
Sorgudaki açık ifadesinde “Türkiye’de yalnız Türk soyundan gelenler yaşamalıdır. Bilhassa devlet mekanizmasına katiyen karışık ırklar getirilmemelidir. Karışıklıklar çıkarsa çok az kalacağımızdan Asya’daki Türklerle birleşmemiz zorunludur.” diyor.
Sıkıyönetim Savcısı, Alparslan Türkeş’in Nihal Atsız’a yazdığı bir mektupta da ırkçılık-Turancılık konusunda “Kalem yeterli gelmezse o zaman işi silahlara bırakacağız.” dediğini de aktarıyordu. Üsteğmen Alparslan Türkeş ise mahkeme önündeki sorgusunda “devletin kabul ettiği prensiplere bağlı olduğunu, onlara hürmet ve saygıdan ayrılmadığını, koyu bir milliyetçi olduğunu ancak zannedildiği anlamda ırkçı olmadığını” söyleyecekti.
Askeri mahkeme 29 Mart 1945 günü kararını açıkladı: Prof. Dr. Zeki Velidi Togan 10 yıl, Reha Oğuz Türkkan 15 yıl 5 ay, Nihal Atsız 6 yıl, Nejdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, Alparslan Türkeş ve Cemal Oğuz Öcal çeşitli cezalara çarptırıldılar, 13 kişi de aklandı.
Sanıklar mahkeme kararının Askeri Yargıtay’a başvurdu. Askeri Yargıtay Başkanı, Alman cephesini ziyaret eden iki generalden biri olan Orgeneral Ali Fuat Erden idi. İlginçtir, Erden ile aynı geziye katılan Hüseyin Hüsnü Erkilet ise Irkçılık-Turancılık Davası nedeniyle tutuklanmıştı.
Sanıklar, Askeri Yargıtay’da davaya bakan kurul içinde Tümgeneral Kemal Alkan’ın Arnavut, Tuğgeneral İsmail Berkök’ün Çerkez, Ali Fuat Erden’in de Arap kökenli olduklarını ileri sürüp kuşkulanıyorlardı ama kuşkular yersizdi. Askeri Yargıtay, 25 Ekim 1947 tarihi İstanbul 1 No.lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin kararını bozdu ve sanıkların hemen salıverilmelerine karar verdi.
İstanbul 1 No.lu s-Sıkıyönetim Mahkemesi’nde duruşmalar yeniden başladı. Bu arada mahkeme üyeleri değişmişti. Başkan Tuğgeneral Yaşar Yenicioğlu, duruşma yargıcı General Şevki Mutlugil ile üye Yarbay Ömer Köprülü’den oluşan Sıkıyönetim Mahkemesi 31 Mart 1947 tarihinde bütün sanıkların aklanmasına kararını onadı. Yargıtay Başsavcısı Münir Kocaçıtak kararın düzeltilmesi başvurusunda bulundu. Bu istemde Yargıtay’ca reddedildi.
Irkçılık-Turancılık Davası da böyle kapanmış oldu.
Askeri Yargıtay kararından bir süre sonra Yargıtay Başkanı Orgeneral Ali Fuat Erden hükümet tarafından emekli edildi General İsmail Berkök ve Kamil Alkan da kendi istekleriyle emekli oldular.
Irkçılık-Turancılık Davası’nda sanıkları cezalandıran mahkemenin üyeleri Tümgeneral Yusuf Ziya Yazgan, Yargıç Albay Cevdet Erkut ve Süvari Albay Galip Kaan, Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Sabit Noyan, Savcı Kâzım Alöç, Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Kâmran Çohruk, İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir, Birinci Şube Müdürü Sait Koçak ve polis memuru Muzaffer Uz haklarında 1947 yılında soruşturma açıldı.
Aradan yıllar geçti. Alparslan Türkeş, 27 Mayıs 1960 tarihinde İhtilal Komitesi içinde yer aldı. Irkçılık-Turancılık Davası’ndaki sanık arkadaşlarından Sait Bilgiç, Türkeş’in içinde bulunduğu Milli Birlik Komitesi’nin emriyle tutuklandı. 1961’de Sait Bilgiç’in Yassıada’daki sorgusunu 1944 yılında hapishanede koğuş arkadaşı olan Cebbar Şenel yaptı.
UMAG Vakfı, Uğur Mumcu, 40’ların Cadı Kazanı, Dava Başlıyor, Sayfa 67 – 77 arası