Martin Eden romanının geçtiği ABD’yi göz önünde bulundurarak yazımıza başlamak gerekirse Amerika'nın kuruluşunda, zengin adamların sınırsız para ideolojisi ve kendileri dışındaki insanlar için hayali olan özgürlük ideali etrafında bir sistemin inşa edildiğini ve sınıftan bağımsız olarak herkesin yerini korumayı amaçladığı görebiliriz (zenginse zengin, fakirse fakir kalsın gibi). Bu söylemler, yoksulları kendi fakirliklerinden sorumlu tutarak bu düzeni sürdürür. Böylece, fakirlik hızla aşılması gereken bir yetersizlik olarak görülürken, zenginlik yüceltilir. Sonuç olarak, fakirlerin sınıf atlaması neredeyse imkânsız hale gelir ve ‘’Amerikan rüyası’’ ulaşılmaz bir mertebeye dönüşür.
Sınıfsal ve sosyokültürel farklılıklar, karakterlerin düşünce dünyaları, birbirleriyle ilişkilerini epey detaylı okuyabildiğimiz kitap Martin’in bir gün karşılaştığı kavgadan bir genci kurtarır, bu genç oldukça zengin ve önemli bir ailenin çocuğudur, minnettarlığını göstermek isteyen bu genç Martin’i evlerine davet eder. Martin eve gittiğinde gencin kız kardeşi Ruth ile tanışır ve Yeşilçam klişesi tadında zengin kız- fakir oğlan romantizmine giriş yapılır. Ancak yazımızın girişinden de tahmin edeceğiniz gibi kitabımız romantizm kategorisi ile sınırlandırılabilecek bir kitap değildir. Yukarıda kullandığımız ‘’ fakirlik hızla aşılması gereken bir yetersizlik olarak görülürken, zenginlik yüceltilir.’’ Cümlesine geri dönecek olursak bu ilişkinin başlarında Ruth, Martin için o kadar ulaşılmaz ve uç noktadadır ki kendini asla kıza layık görmez. Ezelden beri denizcilikle uğraşan, çevresi kaba saba ve onun tabiri ile basit insanlarla çevrili olan Martin Morse ailesi ile tanıştığı andan itibaren hem kendini hem de çevresini hiç olarak görür, bunları değiştirmek ister ve bunun için tüm benliği ile çalışır. Çabalamasının pek de anlamı yoktur aslına baktığımızda, evet bir gelişim kaydetmiştir ve büyük bir potansiyeli de vardır ama bu ne Ruth ne de ailesi için yeterli değildir. Onlara göre Martin bu zamana kadar birine herhangi bir duygu beslemeyen kızlarının duygularını uyandırmak için kullanabilecekleri bir araçtır. Halkın üst tabakasında bulundukları için Martin gibi alt sınıf bir insanı istedikleri şekilde kullanabileceklerini düşünürler. Kitabımız bu kısımlarından itibaren toplumsal farklılıklarının en uç sınırlarına karşı verilen idealist mücadeleye de geçiş yapmaya başlar. Martin okur, okur ve okur. Oscar Wilde’ın “bana lükslerimi verin, ihtiyaçlarım olmadan da yaşarım” sözünü gerçek hayata uyarlar, uyuyacak zamanı, yiyecek ve barınacak parayı bulamaz ama kendini geliştirmeye, Ruth’a, ailesine ve bulundukları sınıfa yakışan bir insan olmaya çabalamaktadır. Okumak bir süre sonra yetmeyine yazmaya başlar, bu başlangıç Martin’i kamçılar ve hayatını yazar olarak geçirmeyi düşlemeye başlar. İlk denemeleri sürekli olarak reddedilir çünkü basittir. Entelektüel tarafı ve işçi tarafı sürekli bir çatışma halindedir, bu yazarlıkta kötü bir şey sayılmayacak olmasına rağmen bu iki zıt taraf kendi arasında denge kuramaz, bu da yazıları içinden çıkılamayan bir hale getirir. Bir yerden sonra farkındalığı bambaşka bir şekilde evrilir, sosyolojik, felsefi ve ideolojik tartışmalara dalar, bu süreçte kavramları sınırsızca sorgular. Sorgulamasının onu bir zamanlar hayran olduğu burjuva sınıfını acımasızca eleştiriyor olduğu bir seviyeye getirir, onların sığlıklarını ve iki yüzlülüklerini yerden yere vurur. Bir yandan da, alt sınıfın sınırsız eşitlikten yana ola sosyalist kesmini de eleştirir. Kısaca Martin, hem üst sınıfı hem de alt sınıfı sert bir şekilde yargılar ve artık kendini hiçbir yere ait hissedemediği evreye ulaşmaya adım adım yaklaşmıştır. Kitabın genel konusu ve olayları hakkında bu kadar ön gösterim yeter diye düşünüyorum, bu yazı sayesinde ilgisini çeken ve okumak isteyenlere, daha önceden listesinde olup şimdi okumaya karar verenlere iyi okumalar dileyelim ve kesinlikle doğru bir seçim yaptıklarının altını çizelim. Şimdi ise genel anlamda Martin’in geçirdiği dönüşümün kilit noktalarından bahsedip yazımızı toparlamak istiyorum. Martin’in içsel dönüşümü esnasında en çok etkilendiği fikirlerin başında Herbert Spencer’in Neo-Darwinist fikirleri vardır. Kitap içerisinde toplumsal ve bireysel başarılara bakış açısını Spencer sayesinde şekillendirdiğini; yazarın zayıf olanın güçlü karşısında her zaman kaybettiği, her zaman güçlü olanın hayatta kaldığı ve bunu doğal evrim olarak nitelendirdiği görüşünden de yola çıkarak Nietzche’nin bireyciliğine ulaşıp bu görüşü benimsediğini görüyoruz. Kitabın geçtiği dönemde sosyalizmin alt tabakayı yoksulluktan kurtaracak bir umut kapısı olduğunu kabul etmesine rağmen Martin bireyciliği ön planda tutması daha doğrusu bilinçli bir bireyciliğe inanması/tercih etmesi, yine Martin’i tanımlayabileceğimiz cümlelerden biridir. Karakterimizin kitap içerisindeki gelişim çabası aynı zamanda Nietzche’nin üstinsan kavramını da çağrıştırır, Nietzsche’nin üstinsanı, kendini aşma ve kendi değerlerini yaratma sürecinde olan bireydir. Martin, edebi başarı ve entelektüel gelişim peşinde koşarken, sıradan insanın ötesine geçmeye çalışır. Bu süreçte yaşadığı içsel ve toplumsal çatışmalar, Nietzsche’nin "güç istenci" ve "kendini aşma" temalarıyla paralellik gösterir. Jack London’ın bu eseri, bireysel azmin ve entelektüel gelişimin, toplumsal sınıflar arası çatışmanın ve adaletsizliğin, insanların iki yüzlülüğünün, çabalayıp bir şeyler elde etmenin ancak bu çabalara rağmen geldiğimiz noktada hissedebileceğimiz belirsizliğin ve daha birçok konunun bir arada bulunduğu muazzam bir eserdir.