Celal Şengör - "Newton Neden Türk Değildi" Kitabından Bir Bölüm
Gece nöbet değişiminden hemen sonra etrafı kolaçan etmeye çıkan Anıtkabir nöbetçi subayının, elektrikler kesilince el feneri ile mozolenin kenarına doğru gittiği bazı nöbetçilerce görülmüş; daha sonra onun çığlığı ile oraya koşan erler, subayın cesedini ve başında elinde pirinçten büyük bir T harfi bulunan koyu renk takım elbiseli yaşlı bir adam bulmuşlardı. Nöbetçiler önce subayı yaşlı adamın katlettiğini düşünerek derhal ihtiyarı tutuklamışlar, kollarına girmişler; fakat subayın gözleri ardına kadar açık cesedi üzerinde yapılan ilk inceleme, en ufak bir darp veya kesme izine rastlanmadığını gösterdiği gibi, oldukça zayıf ve çelimsiz gibi görünen yaşlının iri yapılı subayı bu kadar kolay öldürmesinin de akla yakın gelmediği anlaşılmıştı. Nöbetçiler aralarından birini durumu bildirmek üzere yolladıktan sonra yaşlı adamı, serpiştirmekte olan kardan korunmak için mozolenin içine alarak orada ne aradığını sormuşlar. Yaşlı adam ise cevaben, bu Anıtkabir'in görevini yapmadığını, hatta “maksadı hilafına çalıştığını,” onun için onu yıkmayı, yok etmeyi istediğini söylemiş. Bunu söylerken de sıkı sıkıya elindeki pirinç T harfini tutuyormuş.
Nöbetçiler kendisine Atatürk düşmanı mı olduğunu sormuşlar. Yaşlı adam ağlamaya başlamış, hıçkırıklar arasında “evet, evet” diyormuş. “Ben o ölsün, ama düşünceleri, hayalleri yaşasın, onlar gerçek olsun istiyordum; tam tersi oldu. Yıkın bu mezarı, yıkın o heykelleri, kaldırın resimlerini, yok edin bu manasız kalıntıları” diyormuş. Askerlerden biri “sen nerelisin?” demiş. İhtiyar, “buralı olmak istiyordum, ama olamadım” gibi bir cevap vermiş. Asker, kendisine bu soruyu neden sorduğunu soranlara daha sonra “konuşması garipti, bize benzemiyordu, muhacirdi galiba” cevabını vermiş. Askerler ihtiyarı alıp sıcak bir yere götürmek istemişler ama mukavemet etmiş, mozoleden çıkmak istememiş. “Yaşına ve cüssesine göre inanılmaz bir gücü olduğunu o zaman fark ettik; üzerindeki kıyafet ince olduğu halde üşümüyordu da” diyordu onu tutanlardan biri.
“Niçin yıkmak istiyorsun burasını?” diye sormuş nöbetçilerden biri. “Millete, milletime gideceklerine buraya geliyorlar. Zaman değişti, dünya değişti, dertler değişti: Onları görüp düşünecek, halledecek; en azından halle teşebbüs edecek yerde bu mozoleye gelip biat ediyorlar. Bu Cumhuriyet insana biatı kaldırmak için kurulmadı mı? Bu Cumhuriyet milletle istişare edilsin diye kurulmadı mı? Bu Cumhuriyet ileriye bakılsın diye kurulmadı mı? Bu Cumhuriyet artık kul değil, insan olalım diye kurulmadı mı? Bu Cumhuriyet kendi kendimize düşünelim, tartışalım diye kurulmadı mı? Bıktım buraya gelip Cumhuriyetin temellerine turp suyu sıktıktan sonra ‘Atam, izindeyiz’ yazan yalancılardan, aptallardan, cahillerden, beceriksizlerden, ahlaksızlardan. Buraya gelen o boş beyinleri taşıyan ayaklardan. Ah! Damat Ferit’in bunlardan ne farkı vardı? Vahidüddin’in ne farkı vardı? Enver bile bunlardan iyiydi; en azından dürüsttü!”
Askerler, ihtiyarın daha pek çok şey söylediğini, ama hepsini anlayamadıklarını, çünkü kullandığı birçok kelimeyi bilmediklerini söylemişler. Zaten adamın fiziksel gücüne ve saçlarının açık renk olmasına rağmen niçin ihtiyar dedikleri sorulduğunda hem zayıflığını, yüzündeki kırışıklıkları, hem de konuşmasının bazen televizyonda gördükleri yaşlı İstanbullulara benzediğini neden olarak belirtmişler.
Bir ara yaşlı adam gözlerini silmiş: “Bir tek son 10 Kasım hoştu; her sene yerimi bana dar edenler gibi değildi; milletim geldi, kendisi geldi, çoluk, çocuk, kız, erkek, yaşlı genç. Ah, gene onlara hitap edebilmeyi ne kadar isterdim! Aralarına karışabilmek, tekrar okullara gidip gençlerle konuşabilmek, çocuklarla oynayabilmek. Bu ülkenin insanları ne hoştur, ne iyidir, ne dosttur! Onlara siyaseti, alçak kişisel çıkarlar için yapanla, memleketin, ulusun çıkarı için yapanı ayırmayı anlatabilmeyi ne kadar isterdim. Bu ayırım hem çok kolay ama hem de çok zordur. Millete ‘aptal’ diyenlere bu yüzden çok kızıyorum. Millet temiz yürekli bir çocuk gibidir. Size inanır. Ben bile bakıyorum da, bir sürü adamda yanılmışım. Bazı vakit insanın kendisi bile fark etmiyor kime, neye hizmet ettiğini. Zavallı kız kardeşim bazen aklıma geliyor. Bu yüzden ne kadar kızdıydım ona bir kere. Bazen bedbin (bedbin kelimesinin ne anlama geldiğini askerlere ihtiyar anlatmış) oluyorum, tereddüt ediyorum: Meclis’e bu kadar ehemmiyet vermek hata mıydı diyorum? Fakat sonra hayır, diyorum. Meşruluk olmadan, yani toplumun rızası olmadan, hiçbir şey uzun süre var olamaz. Kısa bir süre, ayrıcalıklı durumlarda, istişare etmeden yönetim tabii ki olur. Hatta bu bazen elzem bile olur. Tek elden, hızlı alınan kararlar olmasaydı Sakarya Muharebesi’ne nasıl hazırlanılır, nasıl kazanılırdı? Ama uzun sürede bu gitmez. Tarih boyunca da gitmemiştir. Halk her şeyin üstündedir, çünkü o bizzat her şeydir. Onun için onu temsil eden Meclis en yüce kurumdur; istense de istenmese de bu böyledir. Ama içine girecekler o kurumun yüceliği ile mütenasip olmalı, bir milletin aklı, hissi ve ruhu olduklarının bilincinde olmalılar. Nasıl akıl bazen canımızı acıtacak işleri, mesela iğne olmayı veya ameliyat edilmeyi gerekli görüp vücuda bunu yaptırıyorsa, Meclis de bazen halkın canını o an için acıtır görünen, ama uzun sürede ona iyilik getirecek olan işleri yapmak, bu tür kararları cesaretle ve şerefle almak zorundadır. İnkılaplar böyle olmamış mıydı? Hatta Cumhuriyet böyle kurulmadı mı? Bundan, bu şekilde cesaret ve şerefle hareket etmekten korkan adam mebus olabilir mi? Bundan korkan adam kendine şerefli bir insan diyebilir mi? Mebusum, hatta adamım diye milletin içine çıkabilir mi? Evine, çoluğuna çocuğuna hangi yüzle gider sonra? Koynuna girdiği karısı onun yüzüne tükürmez mi? Mebus olmanın bir insanın ümit edebileceği en büyük şeref, en engin zenginlik, en gerçek saygınlık olduğunu bilmeli her mebus, memleketteki herkes. Çünkü mebus, milletin itimadının ete kemiğe bürünmüş şeklidir. Ah! Halkıma bu öğretilmeli. Bu yüce Meclise önüne gelen salınır mı be? İnsan atını bile bir adama emanet ederse, o adamı bin defa sorup soruşturur. Atına iyi bakar mı? Ona eziyet eder mi? Onu yedirir, içirir mi? İdmanını ihmal eder mi? Milletin şahsiyeti, hissi, aklı, ruhu, şerefi olan şu Meclisin milletin gözünde bir beygir kadar değeri yok mu yahu?”
Adam tekrar hıçkırıklarla ağlamaya başlamış. Askerlerden biri “emekli öğretmen misin?” diye sormuş. Yaşlı adam canlanarak “evet, evet, ama istemeyerek emekli edildim” diye cevap vermiş.
“Yaştan mı?”
“Yoo!”
“Siyasi suçtan mı emekliye sevk edildin?”
Yaşlı adam ilk defa gülümsemiş, “Belki de! Hiç aklıma gelmemişti.”
“Ne öğretmeniydin?”
“Medeniyet öğretmeye çalışıyordum.”