TÜRK DARBELERİ VE DEMOKRASİ
GİRİŞ:
Türkiye Cumhuriyeti tarihi, siyaset ve askerî otoritenin zaman zaman kesiştiği ve birbirini etkilediği önemli olaylarla doludur. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, ülkede gerçekleşen askerî müdahaleler, siyasal ve toplumsal yapının şekillenmesinde kilit rol oynamış, Türkiye’nin siyasi tarihine farklı bir yön kazandırmıştır. Bu müdahaleler, kimi zaman demokrasinin korunması adına atılan adımlar olarak algılanmış, kimi zaman ise toplumun özgürlük ve adalet arayışına engel teşkil etmiştir. Dolayısıyla, bu olayların Türk toplumunun siyasal kültürü üzerindeki yansımaları karmaşık ve çok katmanlı bir yapıya sahiptir.
Yazımızda, 1960 darbesi, 1971 muhtırası, 1980 darbesi, 1997 "post-modern darbe" ve 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi gibi olaylar ele alınacaktır. Bu müdahalelerin ardında yatan siyasi ve ekonomik nedenler, askerî müdahalelere duyulan ihtiyaç ya da toplumsal destek boyutu analiz edilecektir. Her bir askerî müdahalenin toplumda yarattığı yankılar, iktidar yapısında oluşturduğu değişimler ve Türkiye’nin demokrasi yolculuğuna olan etkileri dikkatli bir şekilde incelenecektir. Bu dönemlerde yaşanan gelişmelerin ardından ülkenin siyasi yapısında ve anayasal düzeninde meydana gelen değişimlerin arka planı ele alınacak; toplum, siyaset ve devlet ilişkileri yeniden değerlendirilecektir.
Bu yazıda amaçlanan, Türkiye’nin demokrasi yolculuğunda askerî müdahalelerin etkilerini nesnel bir bakış açısıyla incelemek, bu olayların yalnızca sonuçlarını değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal dinamikler açısından anlamını ortaya koymaktır. Zira askerî müdahaleler, tarih boyunca farklı toplumlarda ve farklı dönemlerde yaşandığı üzere, zaman zaman istikrar ve düzen arayışı olarak görülmüş, kimi zaman ise özgürlüklerin kısıtlanması olarak eleştirilmiştir. Türkiye özelinde, askerî müdahaleler hem demokrasiyi koruma çabası hem de siyasal istikrarı sağlama hedefiyle ilişkilendirilmiş, aynı zamanda demokratik gelişim sürecinde çeşitli etkiler yaratmıştır.
Bu çerçevede, yazımız Türk demokrasisinin askerî müdahalelerle şekillenen serüvenine ışık tutarken, bu olayların günümüzdeki demokrasi anlayışımıza ve siyasal kültürümüze nasıl bir miras bıraktığını araştıracaktır. Böylece, Türkiye’nin demokrasiyi nasıl tanımladığı ve askerî müdahalelerin bu tanıma katkıları veya sınırlamaları nesnel bir şekilde değerlendirilecektir.
9 SUBAY OLAYI (1957):
9 Subay Olayı'nın Arka Planı ve Gelişimi
Soğuk Savaş Etkisinde Türkiye ve Demokrat Parti Dönemi
1950’lerin Türkiye’si, Soğuk Savaş'ın etkilerinin yoğun hissedildiği bir coğrafyada konumlanmıştı. 1952'de NATO’ya katılmasıyla birlikte Batı bloğuna daha fazla entegre olan Türkiye, Amerikan yardımları ile silahlı kuvvetlerini modernleştirirken iç siyasette yeni sorunlarla karşılaştı. NATO’dan gelen askeri yardımlar ve eğitim, ordunun modernizasyonunu sağlasa da, ordu içindeki subaylar arasında yeni bir Batı yanlısı ve muhafazakâr bir kimlik oluşmaya başlamıştı. Bu dönemde Türkiye’nin siyasi yapısı, bir yandan demokratikleşme sürecine girmeye çalışırken, diğer yandan DP'nin tek parti egemenliği, özgürlükçü ve demokratik değerlerle çelişen uygulamaları nedeniyle eleştiri toplamaya başlamıştı. DP'nin giderek otoriterleşen yönetim anlayışı, Kemalist devrimlerin kurucu ilkelerine aykırı olarak değerlendirilen politikaları, özellikle de dini unsurlara verdiği ağırlık, laiklik hassasiyeti olan ordu içindeki subayları rahatsız ediyordu. Kemalist ideolojiye sıkı sıkıya bağlı olan subaylar, Cumhuriyetin kazanımlarının korunması ve laik devlet yapısının güçlendirilmesi için, siyasi iktidarın müdahalelerinden bağımsız hareket etme eğilimindeydiler. DP'nin halk desteğini dini simgeler ve geleneksel değerler üzerinden sağlamaya çalışması, Kemalist subaylar için Cumhuriyetin temel değerlerine bir tehdit olarak algılanıyordu.
Samet Kuşçu’nun Cunta Faaliyetlerini Keşfi
Samet Kuşçu’nun ordu içindeki cunta faaliyetlerini keşfetmesi, o dönemin askeri-siyasi ilişkilerinin derin bir incelemeye tabi tutulmasını gerektiren önemli bir olaydır. Kuşçu, ordu içinde yükselen bir subay olarak, hem yerel hem de uluslararası görevlerde bulunmuş, özellikle NATO’da aldığı eğitim ve gözlemleri sayesinde askeri harekât ve örgütlenmeler konusunda deneyim kazanmıştır. İstanbul’a döndüğünde, Türkiye’deki siyasi atmosferin orduda yarattığı rahatsızlığı yakından gözlemleme imkânı buldu. Özellikle Milli Savunma Bakanlığı İstanbul Temsil Bürosu Başkanı olarak görev yaptığı sırada ordu içindeki çeşitli rütbelerden subayların hükümete yönelik memnuniyetsizliklerinin farkına vardı. 1957 yılında, askeri çevrelerde çeşitli toplantılar yapılmakta ve genç subaylar arasında siyasi duruma dair eleştiriler gittikçe yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştı. Kuşçu, görevindeki pozisyonu gereği ordu içindeki birçok grupla temas hâlindeydi ve bu durum ona ordunun farklı kademelerindeki subayların düşüncelerini, şikayetlerini ve siyasi iktidara bakış açılarını daha net gözlemleme fırsatı sundu. Genç subayların çoğu, Demokrat Parti’nin Cumhuriyetin ilkelerine aykırı hareket ettiğine inanarak yönetimden duydukları rahatsızlıkları cunta faaliyetleriyle çözmeye yönelmişti. Kuşçu, bu süreçte bazı subayların hükümeti devirmek üzere bir cunta oluşturduğunu, hatta bu doğrultuda gizli toplantılar yapıldığını öğrendi. İhbar etme süreci, Kuşçu için riskli bir karardı. Subaylar arasındaki güven ve dayanışma, ordu içinde güçlü bir aidiyet hissi yaratıyordu ve cunta faaliyetlerini ifşa etmek, yalnızca diğer subaylarla değil, ordu içindeki yerini ve itibarını da riske atmak anlamına geliyordu. Ancak Kuşçu, devletin bekası ve Cumhuriyetin değerlerine bağlılık adına bu durumu üstlerine bildirmeyi bir sorumluluk olarak gördü. Bu ihbarıyla birlikte ordu içinde ve siyasi arenada büyük bir karmaşa yaşandı. Kuşçu’nun ihbarı, kısa sürede DP yönetimine ulaştı, ancak beklediği gibi bir ilgi görmedi; aksine ihbarı ciddiye alınmadı ve suçlamalar kendisine yöneltildi. Bu olay, sadece Kuşçu’nun kariyerinde değil, Türkiye’nin askeri müdahalelere zemin hazırlayan siyasi tarihinde de önemli bir iz bıraktı.
Ordu İçinde Cuntalaşmanın Yayılması
9 Subay Olayı, ordu içinde geniş çapta örgütlenen ilk darbe girişimlerinden biridir. Bu olayla birlikte, DP yönetimi ile ordu arasındaki ilişkiler daha da gerilmiş, genç subaylar arasında Cumhuriyet değerlerini koruma refleksiyle hareket edenler DP iktidarını devirmek için örgütlenmeye başlamıştır. O dönemde İstanbul’da başlayan bu cunta hareketi, Ankara’da da destek bulmuş, subaylar arasında yoğun bir iş birliği sağlanmıştır. DP'nin iktidara müdahaleci bir tutum sergilemesi, ordu içinde genç ve eğitimli subaylar arasında daha güçlü bir siyasi hareket yaratmış, Kemalist ideallere sıkı sıkıya bağlı olan bu grup, ordunun Cumhuriyetin güvencesi olduğunu düşünerek iktidara karşı harekete geçmiştir.
Demokrat Parti ve Askeri Müdahale Dinamikleri
Demokrat Parti’nin Yönetim Politikaları ve Askeri İlişkiler
Demokrat Parti’nin özellikle 1954 sonrası giderek artan otoriterleşme eğilimi, ordu ile ilişkilerde ciddi gerilimlere neden oldu. Başlangıçta ekonomik büyüme ile halk desteğini artıran DP, sonrasında ekonomik sıkıntılar, işsizlik ve dış borçlar nedeniyle zor duruma düşmüştü. DP'nin, muhalif sesleri bastırmaya yönelik politikaları, ordunun var olan rahatsızlığını artırdı. Kemalist ilkeler doğrultusunda Cumhuriyet'in ve laikliğin bekçisi olarak konumlanan ordu, DP'nin dini söylemleri siyasete entegre etmesini, din adamlarını aktif olarak kullanmasını ve dini değerleri öne çıkarmasını kaygıyla izliyordu. Ordu mensupları, özellikle ordunun etkinliğini azaltma ve bütçeyi kısıtlama yönündeki girişimlerini Cumhuriyetin temel değerlerine tehdit olarak görüyordu.
Subaylar Arasında Cumhuriyet İlkelerine Bağlılık ve Tepkiler
DP'nin politikalarından rahatsız olan genç subaylar, Cumhuriyetin kazanımlarını koruma adına harekete geçme eğilimi göstermeye başladılar. Kemalist düşünceye göre, Cumhuriyetin devrimleri, toplumun her kesimine yayılmalı ve siyaset, Cumhuriyet ilkeleriyle uyumlu olmalıydı. Ancak DP'nin bu ilkelerden uzaklaşması, ordu içinde demokratik değerlerin korunmasını tehlikeye atan bir etken olarak algılanıyordu. Subaylar, Kemalist devlet yapısına sadık kalma ve bu doğrultuda siyasete müdahale etme refleksini güçlendirmeye başlamıştı. Bu, ordu içindeki genç subaylar arasında hükümet karşıtı bir örgütlenmenin temellerini attı ve subayların Cumhuriyet değerlerine olan bağlılığını siyasi bir harekete dönüştürdü.
Askeri Müdahale Eğilimlerinin Gelişimi
Kemalist ordu içinde, hükümetin askeri konular üzerindeki etkisini sınırlandırmaya yönelik bir eğilim hâkimdi. Bu eğilim, DP'nin otoriterleşmesiyle birlikte daha da güçlendi. Ordu mensupları, Cumhuriyetin temel ilkelerine yönelik bir tehlike algısı oluştuğunda müdahale etme gerekliliğini hissetmekteydiler. Ancak bu eğilim, demokrasi ile çelişen bir tutum olarak da görülebilir. Kemalist bakış açısına göre, Cumhuriyet ilkelerinin savunulması demokratik yollarla yapılmalı, ancak ordu siyasetin üzerine çıkmamalıdır. Bu dengeyi korumak zor olsa da, Cumhuriyet’in kuruluş idealleri açısından ordunun bu hassasiyeti gözetmesi beklenir.
Samet Kuşçu'nun Yargılanması ve 1960 Darbesi'ne Etkisi
Samet Kuşçu’nun İhbarı ve Yargılama Süreci
Samet Kuşçu'nun cunta faaliyetlerini ihbar etmesi, ordu ve hükümet arasındaki çatışmalı ilişkilere dair çarpıcı bir örnek oluşturur. Kuşçu, 1957 yılında ordu içindeki darbe planlarını ortaya çıkardıktan sonra, beklentisinin aksine bir karşılık buldu. Cunta yapılanmasını ortaya çıkarmak, Kuşçu için önemli bir görev bilinciydi; zira ordu içinde bir grup subayın, hükümeti zorla devirme hazırlığı yaptığını göz ardı etmek, Cumhuriyetin temel ilkelerine aykırı düşecekti. İhbarı sonrası DP yönetiminin, durumu ciddiyetle ele almasını ve cunta mensuplarını yargı önüne çıkarmasını bekliyordu. Ancak gelişmeler, tam tersine, Kuşçu’nun hiç de öngöremediği bir yöne evrildi.
İhbarının ardından, DP hükümeti Kuşçu'yu cunta yapılanmasını bildirmekle suçlamak yerine, kendisini ordu içindeki huzursuzluğu yaymak ve disiplinsizlik yaratmakla suçladı. Kuşçu'nun yargılanma süreci, ordu içindeki disiplini sağlamak ve subayların hükümet karşıtı hareketlere dair bilgi paylaşımını engellemek amacıyla bir örnek olay haline getirildi. Bu yargılama, aslında hükümetin ordu içinde hoşnutsuzluk yaratan subayların çoğalmasını önlemek için bir gözdağı olarak kullanıldı. Kuşçu, bu süreçte cunta mensuplarının değil, kendisinin suçlu muamelesi görmesiyle ciddi bir hayal kırıklığı yaşadı.
Mahkeme sürecinde, Kuşçu’nun açıklamaları ciddiye alınmadı; hatta ihbarcı olduğu için ordunun birliğine zarar vermekle itham edildi. Subaylar arasındaki dayanışma ve sadakat beklentisinin dışında hareket ettiği düşünülen Kuşçu, bazı kesimlerce "hain" olarak görülmeye başlandı. Yargılamada, Kuşçu'nun ordudaki huzursuzluğu ortaya çıkarma çabasının, subaylar arasındaki gizliliğe zarar verdiği gerekçesiyle iki yıl hapis cezasına çarptırılması, ordu içindeki diğer subayların hükümetle ilişkilerini daha dikkatli değerlendirmesine yol açtı. Bu karar, ilerleyen yıllarda ordu içindeki hoşnutsuzluğun açıkça dile getirilmesini engelleyen bir emsal teşkil etti ve pek çok subay, cunta faaliyetlerine karşı duyduğu endişeleri üstlerine bildirme konusunda çekinceli davranmaya başladı. Kuşçu’nun ihbarı ve ardından gelen yargılanma süreci, ordu içinde hükümete karşı hoşnutsuzluk gösteren subayların daha fazla kapanmasına neden olarak, ilerleyen yıllarda askeri müdahale riskini artıran bir dinamik yarattı.
9 Subay Olayı’nın 1960 Darbesine Giden Yolda Rolü
9 Subay Olayı, Türkiye’nin siyasi yapısında askeri müdahalelere karşı oluşan algıyı derinleştirdi. Olayın ardından, ordu içinde disiplin zayıflarken cunta faaliyetleri hız kazandı. Bu olay, 1960 darbesine giden süreçte ordu içindeki rahatsızlıkların ve cunta eğilimlerinin artmasına neden oldu. Kemalist bir bakış açısına göre, DP hükümetinin kendi iktidarını koruma adına cunta hareketlerini görmezden gelmesi, Cumhuriyet ilkelerinin korunması açısından ciddi bir zayıflık yaratmıştır. 1960 darbesine giden yolda, 9 Subay Olayı ordu içinde müdahale refleksini güçlendirmiştir.
27 MAYIS 1960 DARBESİ:
Siyasi Bağlam: Demokrat Parti İktidarı ve Otoriter Eğilimler
Demokrat Parti’nin İktidara Gelişi ve İlk Dönemdeki Reformlar
1946 yılında çok partili yaşama geçiş, Cumhuriyet tarihinin dönüm noktalarından biridir. Bu dönemde CHP'nin tek parti yönetimine karşı bir muhalefet alternatifi olarak ortaya çıkan Demokrat Parti (DP), 1950 seçimlerinde büyük bir zafer kazanarak iktidara geldi. Halkın DP’ye gösterdiği ilginin altında, CHP’nin tek parti döneminde uyguladığı bazı katı politikaların oluşturduğu hayal kırıklıkları yatıyordu. Özellikle köylü, küçük esnaf ve muhafazakâr kesimler, DP’yi “yenilikçi ve özgürlükçü” bir alternatif olarak gördüler. DP, başlangıçta basın özgürlüğünü genişleten düzenlemeler ve daha liberal bir ekonomik programla büyük bir halk desteği kazandı.
Demokrat Parti’nin Zamanla Artan Otoriterleşme Eğilimleri
DP, 1954 seçimlerinde yeniden büyük bir zafer elde etmesine rağmen, bu zafer DP yönetimini gittikçe otoriterleşen bir yapıya yöneltti. Demokrat Parti’nin muhalefeti “tehdit” olarak görmeye başlaması, siyasal kutuplaşmayı artırdı ve basına yönelik sansür politikaları ile muhalif gazetecilere baskı yapma eğilimleri öne çıktı. DP, üniversitelerde muhalefetin sesi yükseldikçe öğrenci hareketlerine ve akademisyenlere yönelik baskıcı bir tavır takındı.
DP, ayrıca Türkiye’de seçim sistemi ve anayasa üzerinde çeşitli değişiklikler yaparak meclisteki gücünü pekiştirdi. Tahkikat Komisyonu adıyla oluşturulan özel komisyon, DP’ye muhalif sesleri bastırmak için kullanıldı. Bu komisyonun amacı, muhalefet ve basın üzerindeki denetimi arttırmaktı; komisyonun faaliyetleri sonucu birçok muhalif ses susturulurken, demokratik bir hukuk devletine aykırı bir durum ortaya çıktı. Sina Akşin, bu komisyonun DP'nin demokratik vaatlerinden uzaklaştığını belirterek, “DP’nin özgürlükçü söylemi zamanla tamamen tersine dönmüş ve baskıcı bir yönetim anlayışına evrilmiştir” ifadesini kullanmaktadır.
Toplumsal Bağlam: Üniversiteler, Aydınlar ve Artan Muhalefet
Üniversitelerde Artan Gerginlik ve Hükümet Karşıtı Hareketler
DP yönetiminin baskıcı politikalarına en büyük tepki, İstanbul ve Ankara üniversitelerinden geldi. Üniversitelerdeki öğrenci hareketleri, DP’nin baskıcı yönetim anlayışına karşı bir direniş olarak doğdu. Özellikle hukuk, iktisat ve siyasal bilgiler fakültelerinde eğitim gören öğrenciler, DP’nin özgürlükçü olmayan uygulamalarına yönelik protestolar düzenledi. 1960 yılına gelindiğinde, bu protestolar geniş çaplı öğrenci hareketlerine dönüşmüş ve hükümet karşıtı eylemler artış göstermişti. Öğrencilerin düzenlediği bu protestolar, DP yönetimi tarafından sert bir şekilde bastırılmak istendi. Polis kuvvetlerinin üniversite kampüslerine girerek öğrencilere müdahale etmesi, öğrenci hareketlerini daha da büyüttü. Bu durum, DP yönetiminin genç nüfus üzerindeki baskısını ve düşünce özgürlüğüne olan tahammülsüzlüğünü gözler önüne serdi. 1960’ta İstanbul Üniversitesi’ndeki olaylar, hükümetin üniversiteler üzerindeki denetim ve baskı politikasını bir kez daha vurguladı.
Aydınlar ve Akademisyenlerin Tepkisi
Üniversite öğrencilerinin yanı sıra, birçok akademisyen de DP yönetiminin baskıcı politikalarına karşı açıkça eleştirilerde bulundu. Dönemin tanınmış profesörleri ve entelektüel isimleri, DP’nin basın özgürlüğünü sınırlayan ve düşünce özgürlüğüne darbe vuran politikalarına karşı çıkışlar yaptılar. Üniversitelerdeki akademik kadro, öğrencilerin yanında yer alarak hükümete karşı bir duruş sergiledi ve bu süreçte birçok akademisyen, muhalif görüşlerinden dolayı görevden alındı.
Bu olaylar, toplumun geniş bir kesiminde DP’ye karşı bir direniş ruhunun doğmasına zemin hazırladı. Entelektüeller ve aydınlar, DP’nin ülkedeki ifade özgürlüğünü tehdit ettiğini savunarak halk arasında bir farkındalık yaratma çabası içerisine girdiler. Böylece, DP karşıtı tepkiler yalnızca muhalefet partileriyle sınırlı kalmadı; üniversite öğrencileri, akademisyenler ve bağımsız aydınlar da bu harekete destek verdi.
Ekonomik Bağlam: Ekonomik Kriz ve Halkın Yaşam Standardının Düşmesi
DP’nin İlk Yıllarındaki Ekonomik Gelişmeler
DP, iktidarının ilk yıllarında ABD’nin Marshall yardımları ile sağlanan ekonomik destekle Türkiye’de tarım ve sanayi alanlarında bir büyüme sağladı. Tarımda makineleşme, köylü kesiminde büyük bir destek toplarken, ülkede kalkınma ve büyüme beklentisi yüksek tutuldu. Ancak bu büyüme büyük oranda dış yardımlara bağımlı bir yapıdaydı ve sürdürülebilir değildi.
Ekonomik Kriz ve Artan Dış Borçlar
1954 sonrası dönemde DP, ekonomik sorunlarla başa çıkmakta zorlandı. Enflasyonun artması, halkın alım gücünü düşürürken, dış borçlanma ile sürdürülen kalkınma modeli ekonomik dengeleri bozdu. Dış ticaret açığının büyümesi ve döviz kıtlığı, Türkiye’nin mali kriz yaşamasına yol açtı. Türkiye, 1958 yılına gelindiğinde borçlarını ödeyemez duruma geldi ve IMF’ye başvurarak yardım talep etti. Bu durum, DP yönetiminin ekonomi politikalarının sürdürülebilir olmadığını ortaya koydu ve halk arasında hükümete karşı ciddi bir güvensizlik oluşturdu.
Halkın Artan Şikayetleri ve Ekonomik Çıkmaz
Enflasyonun yükselmesi ve temel tüketim mallarının fiyatlarının artması, şehirlerdeki alt ve orta sınıf halkı büyük ölçüde etkiledi. Kırsal kesimde yaşayan halk ise tarım ürünlerinin düşük fiyatlarla satılması nedeniyle büyük bir mağduriyet yaşadı. DP yönetimi, bu ekonomik sorunlara çözüm üretemediği gibi, yapılan borçlanmalar ve IMF müdahaleleri halk arasında DP’ye olan güvenin azalmasına yol açtı. Sina Akşin, DP’nin ekonomik politikasını “kısa vadeli çözümlerle idare edilen ve geleceği düşünmeden yapılan harcamalar” olarak nitelendirmiştir.
Uluslararası Bağlam: Soğuk Savaş Dönemi ve ABD ile İlişkiler
Soğuk Savaş ve Türkiye’nin Batı Blokuna Bağlanması
1950’lerde Soğuk Savaş’ın giderek yoğunlaşması, Türkiye’nin dış politika tercihlerinde de belirleyici bir rol oynadı. DP yönetimi, Türkiye’yi NATO üyesi yaparak Batı bloğuna dahil etti. ABD’nin Sovyet tehdidine karşı Türkiye’yi bir “doğu kalesi” olarak görmesi, ülkeye ekonomik ve askeri yardımlar sağladı. DP, bu yardımlar sayesinde ekonomi ve askeri alanda büyüme sağlasa da, Türkiye giderek ABD’ye bağımlı bir politika izlemek zorunda kaldı.
Amerika’nın Türkiye’deki Karışıklıklara Yaklaşımı
ABD, Türkiye’de DP hükümetinin otoriterleşen yapısının farkındaydı ve bu durum, Washington yönetimi için bir endişe kaynağıydı. Türkiye’de 27 Mayıs öncesinde yaşanan siyasi ve toplumsal gerginlikler, ABD tarafından yakından takip edildi. Amerikan büyükelçiliği, Türkiye’nin iç işlerine müdahale etmese de, DP yönetimindeki istikrarsızlıktan rahatsızdı. Darbenin hemen ardından ABD’li yetkililer, yeni yönetimin demokrasiye dönüş sözü vermesi konusunda baskıda bulundular. Böylece, 27 Mayıs sonrasında Türk ordusunun ABD’ye yakın bir çizgi izlemeye devam edeceği sinyalleri verilmiş oldu.
Darbenin Gerçekleşmesi: 27 Mayıs 1960 ve İhtilal Sonrası Süreç
Darbenin Gelişimi ve Cemal Gürsel’in Liderliği
27 Mayıs sabahında radyodan yapılan bir bildiri ile darbe halka duyuruldu. Bu bildiride, “partiler arası kavgaya son verme ve kardeş kavgasını önleme” amacıyla ordunun yönetime el koyduğu ifade ediliyordu. Darbe, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde genç subayların yönlendirdiği ve ordu içinde güçlü bir desteği olmayan bir harekettir. Ancak Cemal Gürsel’in liderliğe getirilmesiyle, darbenin başına tecrübeli bir isim geçti ve askeri yönetim sağlam bir temel bulmuş oldu. Darbe sonrası liderlik boşluğu yaşanmış, fakat Gürsel’in bu boşluğu doldurmasıyla darbeciler arasında birlik sağlanmıştır.
Yassıada Mahkemeleri ve İdam Cezaları
Darbe sonrasında, DP’nin önde gelen isimleri Yassıada’da kurulan özel bir mahkemede yargılandı. Yargılamalar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gibi isimlerin idama mahkûm edilmesiyle sonuçlandı. Yassıada Mahkemeleri, Türk hukuk tarihinde tartışmalı bir dönemi temsil eder; çünkü bu mahkemeler tarafsızlıktan uzak olduğu ve DP üyelerini cezalandırma amacı güttüğü gerekçesiyle eleştirildi. Menderes ve arkadaşlarının idamı, halk arasında büyük bir yankı uyandırdı ve DP’nin birçok destekçisi tarafından “bir intikam hareketi” olarak değerlendirildi.
TALAT AYDEMİR GİRİŞİMLERİ:
1. Talat Aydemir ve Darbe Girişimlerine Giden Yol
Aydemir’in İdeolojik ve Mesleki Geçmişi
Talat Aydemir, dönemin Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde yüksek rütbeli bir subay olarak tanınıyordu. Harp Okulu mezunu olan Aydemir, Cumhuriyet’in temel ilkelerine sıkı sıkıya bağlı, otoriter bir yönetim anlayışına sahip ve kendini ülkenin koruyucusu olarak gören bir subaydı. Aydemir, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yetişmiş ve Atatürk’ün devrimlerine bağlı, askeri disiplin içinde yetişmiş subaylardan biriydi. Bu zihniyetle yetişmiş olan Aydemir, Türkiye’nin yönetiminin askeri bir irade altında olmasının gerektiğine inanıyordu.
Aydemir’in 27 Mayıs Darbesinden Sonra Artan Radikalizmi
27 Mayıs 1960 Darbesi, Aydemir gibi birçok subayın sivil yönetimin denetlenmesi gerektiğine dair düşüncelerini pekiştirdi. Darbe sonrası kurulan Milli Birlik Komitesi (MBK), askeri yönetimin Cumhuriyet değerlerini koruma yönündeki misyonunu sürdürmeye çalışırken, özellikle genç subaylar arasında sivil idareye karşı güvensizlik yayılmaya başladı. Aydemir, MBK’nin sivil yönetime dönme eğilimini ve iktidarın halk iradesine devredilmesi fikrini tehdit olarak görüyordu. Ona göre, Cumhuriyet’in temel ilkelerinin ancak askerî bir yönetim tarafından korunabileceği bir ortam gerekiyordu.
Aydemir, bu ideolojik motivasyonla, TSK içindeki bazı genç subayları etrafında toplamaya başladı. Özellikle “Albaylar Kuşağı” olarak bilinen ve kendini Cumhuriyet’in koruyucusu gören subay grubu, Aydemir’in etrafında birleşti. Bu subaylar, 27 Mayıs’ın idealizmini sürdürebilecek bir askeri rejimin devamını savunuyor, sivil yönetimin ülkedeki “devrimci” kazanımları zayıflatacağına inanıyordu. Aydemir’in bu düşünceleri, zamanla onu daha radikal bir çizgiye taşıdı ve sivil yönetime karşı aktif bir harekete geçmesine zemin hazırladı.
2. 22 Şubat 1962 Darbe Girişimi
Darbe Planının Arka Planı ve Hedefleri
22 Şubat 1962 girişimi, Aydemir’in sivil yönetimi devirmek için attığı ilk ciddi adımdır. Bu girişimin arka planında, Türkiye’de hızla sivil yönetime geçilmesi kararına duyulan tepkiler yatıyordu. MBK’nin sivil yönetime geçiş sürecini başlatması ve Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanlığına seçilmesi, askeri kanat içinde fikir ayrılıklarına yol açtı. Aydemir ve destekçileri, MBK'nin sivil yönetime geçme sürecini, Cumhuriyetin ideallerini terk etmek olarak değerlendirdi ve bu sürece karşı durmak için ordu içinde bir cunta örgütlemeye başladılar.
Aydemir, 22 Şubat günü, Ankara’da Harp Okulu’nda toplanan subayları organize ederek hükümeti devirmeyi amaçladı. Darbe planı, hükümet binalarının ve kritik altyapıların kontrolünü ele geçirmeyi, Cemal Gürsel’i devre dışı bırakmayı içeriyordu. Aydemir, böylece ordunun tüm kontrolünü yeniden ele alarak “Cumhuriyetin gerçek savunucusu” olarak gördüğü bir askeri yönetim kurmayı hedefliyordu.
Başarısızlık ve Sonuçları
Ancak darbe girişimi, diğer askeri liderlerden yeterli destek alamadı. TSK içindeki birçok üst rütbeli subay, Aydemir’in planına katılmadı ve hükümete sadık kalmayı tercih etti. Darbenin başarısız olması üzerine, Aydemir teslim oldu ve görevinden alındı; fakat bu ilk girişimden dolayı ağır bir ceza almadı. Bu durum, Aydemir’i daha radikal bir çizgiye taşıdı; çünkü ordudaki bazı kesimler, darbe girişiminden sonra Aydemir’in Cumhuriyet değerlerini koruma adına haklı bir misyon üstlendiğine inanmaya devam ediyordu.
22 Şubat girişimi sonrasında orduda ve siyasette oluşan gerginlik, Türkiye’de askeri müdahalenin sivil yönetim üzerindeki etkilerini artırdı. Aydemir’in cezalandırılmaması, darbe girişimlerinin daha ciddiye alınması ve askeri kontrolün güçlendirilmesi gerektiğine dair tartışmaları da beraberinde getirdi. Orduda Aydemir gibi düşünen subayların varlığı, yeni bir darbe girişiminin zeminini hazırladı.
3. 21 Mayıs 1963 Darbe Girişimi
Girişimin Planlanması ve Geniş Katılımcı Desteği
Aydemir, 22 Şubat girişiminde yeterli desteği alamamış olmasına rağmen, ordudaki destekçileri ile ilişkilerini sürdürdü. 21 Mayıs 1963’teki ikinci girişim, Aydemir’in daha geniş bir hazırlık süreci ve daha sistematik bir organizasyonla yürüttüğü bir darbe planıydı. Bu defa Aydemir, genç subaylar ve Harp Okulu öğrencilerinin de desteğini aldı. Aydemir’e göre, 1963 yılında Türkiye’nin yönetim biçimi, Cumhuriyet’in ilkelerine zarar veriyor ve ordu yeniden müdahale ederek iktidarı almalıydı.
Bu darbe girişiminde, Aydemir’in önceden bir “sıkıyönetim” ilan etme ve belirli stratejik noktaları kontrol altına alma planı vardı. Ayrıca, hükümetin ele geçirilmesi halinde sivil yönetime tamamen son verilecek ve ordu eliyle devrimci bir yönetim kurulacaktı. Ancak bu kez de ordu içindeki üst komutanlar Aydemir’e destek vermedi; darbe girişimi ihbar edilerek bastırıldı.
Girişimin Bastırılması ve Yargılama Süreci
21 Mayıs darbesi, hükümet tarafından önceden öğrenildiği için hızlı bir şekilde bastırıldı. Aydemir ve ona destek veren subaylar tutuklandı ve hemen bir yargılama sürecine alındı. Bu girişim, devletin askeri kontrol mekanizmalarını yeniden gözden geçirmesi gerektiğine işaret etti ve Türkiye’de askeri müdahalelere karşı sivil idarenin otoritesinin güçlendirilmesi ihtiyacını gündeme getirdi. Aydemir, bu kez idam cezasına çarptırıldı ve cezası infaz edildi. Onun idamı, TSK içindeki darbe eğilimli subaylar için ciddi bir uyarı niteliğindeydi ve ordu içindeki disiplinin yeniden tesis edilmesine yönelik bir adım olarak görüldü.
4. Aydemir’in Darbe Girişimlerinin Türk Siyasetine Etkisi
Ordunun Siyasetteki Yeri Üzerine Yeniden Değerlendirme
Aydemir’in iki darbe girişimi, Türkiye’de askerin sivil yönetim üzerindeki etkisini ve ordunun siyasal düzen içindeki yerini yeniden sorgulattı. 27 Mayıs’ın yarattığı askeri sistem, Aydemir’in girişimleriyle sorgulanır hale geldi. Feroz Ahmad’ın belirttiği gibi, bu tür darbe girişimleri ordu içindeki fraksiyonel ayrışmaları ortaya çıkarırken, askerin kendini “devletin koruyucusu” olarak konumlandırmasının zayıf yanlarını da gösterdi.
Darbe Girişimlerinin Ordu İçinde Yaratılan Disiplin ve Kontrol İhtiyacı
Talat Aydemir’in ardı ardına gerçekleştirdiği darbe girişimleri, TSK içinde bir disiplin boşluğu ve sivil otoriteye karşı bir direnç olduğunu açığa çıkardı. Ordu içinde bu tür girişimlerin engellenmesi için daha sıkı denetim mekanizmalarının oluşturulması ve sivil iradenin askeriyedeki gücü kontrol edebilmesi gerektiği tartışmaları gündeme geldi. Aydemir’in ikinci girişiminin bastırılması, sivil idarenin ordu üzerindeki kontrolünü güçlendirme yolunda önemli bir adım oldu.
Askeri Müdahalelerin Meşruiyet Krizi
Aydemir’in başarısız darbe girişimleri, askeri müdahalelerin meşruiyetini ciddi şekilde sorgulatan olaylar arasındaydı. Aydemir’in girişimleri, Türk halkında askeri müdahalelere duyulan desteği azaltırken, ordunun siyasetten uzak durması gerektiğine dair bir kamuoyu oluşturmaya katkı sağladı. Karaarslan’ın da belirttiği üzere, “halk iradesi ile seçilen bir hükümetin askeri bir müdahaleyle görevden alınması” giderek daha fazla tepki toplamış ve toplumun demokrasiye olan bağlılığı pekişmiştir.
12 MUHTIRASI 1971:
Muhtıranın Veriliş Süreci ve Gerekçeleri
Toplumsal Kargaşa ve Radikal Hareketlerin Yükselişi
1960'ların sonlarına doğru Türkiye, sağ ve sol ideolojiler arasında büyük bir kutuplaşma yaşıyordu. Sol görüşlü öğrenciler, işçiler ve sendikalar toplumsal adalet taleplerini daha yüksek sesle dile getirmeye başlamışlardı. Aynı zamanda, sağ görüşlü milliyetçi gruplar ve İslamcı akımlar da güçlenmişti. Bu gruplar arasında sık sık çatışmalar yaşanıyor; üniversiteler ve fabrikalar, özellikle büyükşehirlerde siyasi eylemlerle çalkalanıyordu. Örneğin, 15-16 Haziran 1970’te İstanbul’da sendikaların düzenlediği protesto gösterileri, işçilerin büyük katılımıyla gerçekleşmiş ve toplumsal düzenin bozulmasına yol açmıştı.
Feroz Ahmad’a göre, bu olaylar halk arasında “kardeş kavgası” korkusunu yaydı ve toplumsal güvenliği sağlamak için otoritenin güçlenmesi gerektiği fikrini doğurdu. Ordunun üst kademeleri, toplumda anarşiye karşı bir düzen ihtiyacını savunan bir çizgiye geçti ve sivil yönetimi “yetersiz” görmeye başladı. Bu sırada, hükümetin bu olayları kontrol etmekte zorlanması, ordunun muhtıra hazırlığına başlamasına yol açan faktörlerden biri olarak öne çıktı.
Askeri Müdahale Kararı ve Ordunun İç Yapısındaki Gerginlikler
12 Mart’a giden süreçte, ordu içinde farklı görüşlerdeki gruplar arasında fikir ayrılıkları vardı. Bazı radikal subaylar, 27 Mayıs 1960 darbesinde olduğu gibi doğrudan yönetimi ele almayı savunuyordu. Ancak Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve kuvvet komutanları, doğrudan müdahale yerine, hükümeti istifaya zorlayarak yeni bir düzen kurulması gerektiğini savundu. Tağmaç ve komutanlar, mevcut hükümete baskı yapmak amacıyla sert bir muhtıra verilmesi kararını aldılar. Bu süreçte emir-komuta zinciri içinde hazırlanan muhtıra, ordunun “kurtarıcı” rolünü oynamasını amaçlıyor, sivil yönetimi askeri denetim altında yeniden yapılandırmayı hedefliyordu.
12 Mart Muhtırası’nın İçeriği ve Talepleri
Muhtıranın Metni ve Hükümete Yönelik Eleştiriler
12 Mart 1971 günü verilen muhtıra, doğrudan askeri bir darbe olmamakla birlikte, hükümete yapılan ağır bir uyarı niteliğindeydi. Muhtırada, ülkenin “anarşi ve kardeş kavgası” içinde olduğu vurgulanarak, hükümetin bu sorunlara çözüm getiremediği ifade ediliyordu. Ayrıca, hükümetin toplumsal düzeni sağlamada yetersiz kaldığı ve anayasal düzenin ihlal edildiği iddiaları dile getirildi. Bu iddialar, ordunun hükümete yönelik sert eleştirilerini ortaya koyarak, parlamentonun feshedilmesi ya da askıya alınması için bir zemin hazırladı.
Ordunun Talepleri ve “Teknokratlar Hükümeti” İsteği
Muhtırada, ordunun sivil bir hükümetten beklentileri açıkça belirtilmişti. Özellikle “teknokrat” olarak adlandırılan tarafsız bir hükümet kurulması ve bu hükümetin ekonomik ve sosyal reformları hızla hayata geçirmesi talep edildi. Ordu, siyasi parti çıkarlarından bağımsız bir kabinenin ülkeyi yönetmesini istiyordu. Bu talep, ordunun sivil yönetim üzerinde kontrol sağlamaya yönelik niyetini yansıtırken, parlamentonun işlevsizleştirilmesi ve ordunun siyasi sistemin üstünde bir denetim mekanizması kurması yönünde bir eğilimi de ortaya koydu.
Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın Açıklamaları
Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın açıklamalarına göre, ordu, ülkenin ekonomik ve sosyal reformlarla yönetilmesi gerektiğini savunuyordu. Tağmaç, “toplumun düzenini sağlamak için” askerin bu taleplerini iletmek zorunda olduklarını ifade etti. Bu açıklamalar, askerin yalnızca güvenlik sağlayıcı bir güç olarak değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal düzenin de garantörü olarak kendini konumlandırdığını gösteriyordu. Bu, ordunun toplum üzerindeki nüfuzunu genişletme ve siyasal karar süreçlerinde doğrudan etkili olma çabasının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Hükümetin İstifası ve Nihat Erim Hükümetinin Kurulması
Süleyman Demirel’in İstifası ve Siyasi Kriz
Muhtıranın hemen ardından dönemin başbakanı Süleyman Demirel, baskılara dayanamayıp istifa etti. Bu istifa, Türkiye’de siyasal krizleri derinleştiren bir etki yarattı. Demirel’in istifası, hükümetin ordu tarafından tamamen kontrol altına alınmasının ilk adımı olarak görüldü ve siyasiler arasında büyük bir şok yarattı. Askeri baskının sonucu olarak Demirel’in çekilmesi, parlamentonun iradesinin askıya alındığı düşüncesini pekiştirdi ve demokratik süreçler üzerinde askerlerin hâkimiyet kurmasına yol açtı.
Nihat Erim Hükümeti ve Teknokrat Yönetim Anlayışı
Demirel’in istifasının ardından, ordu tarafından desteklenen ve akademik çevreden gelen Nihat Erim, başbakan olarak atanarak yeni bir hükümet kurdu. Erim Hükümeti, ordu tarafından yönlendirilen ve teknokratlardan oluşan bir kabine ile reformları gerçekleştirme vaadiyle işe başladı. Bu hükümet, ordu ile yakın bir iş birliği içinde çalışarak toplumda huzursuzluk yaratan siyasi ve sosyal meselelere “uzman” çözümler getirmeyi amaçlıyordu. Erim, bu dönemde sosyal, ekonomik ve idari reformları gerçekleştirmek için geniş yetkilerle donatıldı. Ancak halk ve siyasi çevrelerde Erim Hükümeti, “ordunun gölgesinde” kurulan bir yönetim olarak algılandı ve geniş bir kabul görmedi.
Muhtıranın Türkiye Siyaseti ve Devlet Yapısı Üzerindeki Etkileri
Parlamenter Sistemin Zayıflaması ve Askeriyenin Güçlenmesi
12 Mart Muhtırası, parlamenter sistemin işlevselliğini sorgulatan ve orduya geniş yetkiler veren bir sürecin başlangıcı oldu. Bu dönemde Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) yetkileri artırıldı ve devlet politikalarının belirlenmesinde ordu önemli bir güç haline geldi. MGK’nın karar alma süreçlerinde etkinliği, ordunun sivil yönetim üzerinde sürekli bir kontrol mekanizması oluşturmasına yol açtı.
Anayasal Düzenlemeler ve Otoriter Yönetim Pratikleri
Muhtıra sonrası dönemde anayasal düzenlemelerle devletin sosyal karakterini azaltan ve özgürlükleri sınırlayan değişiklikler yapıldı. 1961 Anayasası’nın öngördüğü özgürlükçü ortamın getirdiği sosyal haklar sınırlandırılarak, devlete ve kolluk kuvvetlerine daha fazla yetki verildi. Bu düzenlemeler, demokratik hak ve özgürlüklerin daralmasına yol açtı. Özellikle işçi hakları ve sendikalar üzerinde baskılar arttı, toplumsal hareketler ve protestolar sıkı bir denetim altına alındı.
Sol Hareketler ve Sendikalar Üzerindeki Baskılar
Muhtıra sonrası özellikle sol hareketler ve işçi sendikaları üzerindeki baskılar büyük ölçüde artırıldı. Sol görüşlü siyasi partiler ve sendikalar, “devlete tehdit unsuru” olarak görülmeye başlandı. Bu dönemde birçok sol aydın, öğrenci lideri ve sendika temsilcisi tutuklandı; siyasal faaliyetleri kısıtlandı. 1961 Anayasası ile elde edilen birçok demokratik hak, bu dönemde askıya alındı ve siyasi alanda daralmaya yol açtı. Muhtıra, sol hareketlere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılırken, ülkedeki siyasal kutuplaşmanın daha da derinleşmesine sebep oldu.
Muhtıra Sonrası Yapılan Sosyal ve Ekonomik Reformlar
Ekonomik Reformlar ve Devletin Ekonomiye Müdahalesi
Erim Hükümeti, muhtıra sonrasında başlatılan ekonomik reformlarla devletin ekonomiye müdahalesini artırdı. Köy kalkınma projeleri, tarım reformları ve işçi hakları üzerinde yeniden düzenlemeler yapıldı. Ancak bu reformlar, toplumun alt kesimlerinde beklenen olumlu etkiyi yaratmadı ve muhtıra süreci, devlete yönelik güvenin azalmasına yol açtı. Bu reformlar, ekonomide bir istikrar sağlama amacını taşısa da, ordu denetiminde yapılması nedeniyle geniş bir halk desteği bulamadı.
Sendikalar ve İşçi Hareketlerine Yönelik Düzenlemeler
Muhtıra sonrasında DİSK gibi sol eğilimli sendikalar ve işçi hareketleri sıkı bir denetime tabi tutuldu. İşçilerin örgütlenme hakları sınırlandırıldı; sendikal haklar kısıtlandı. Bu dönemde, işçilerin ve sendikaların temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması, hükümetin toplumsal hareketlere karşı otoriter tavrını ortaya koydu. Böylece, işçi hareketleri üzerinde daha katı bir kontrol mekanizması kuruldu ve sosyal reformlar otoriter bir çerçeveye oturtuldu.
12 Mart Muhtırası’nın Uzun Vadeli Etkileri
Askeri Vesayetin Kalıcılaşması ve Demokratik Sürecin Sekteye Uğraması
12 Mart 1971 Muhtırası, Türkiye'de askeri vesayet geleneğinin pekiştiği bir dönemin başlangıcı oldu. Bu muhtırayla birlikte, ordu doğrudan yönetimi ele almadan sivil hükümet üzerinde baskı kurarak “gölge iktidar” olarak hareket etti. Böylece, Türkiye’de ordu, siyasete doğrudan müdahale etmeden bile demokratik süreçleri yönlendirebilecek bir güç haline geldi. Bu durum, uzun vadede demokrasinin gelişimini engelleyen bir faktör olarak değerlendirildi ve Türkiye’de askeri vesayetin kurumsallaşmasına yol açtı.
12 EYLÜL 1980 DARBESİ:
1. 12 Eylül Darbesi’ne Giden Süreç ve Gerekçeler
Siyasi İstikrarsızlık ve Koalisyon Hükümetlerinin Zayıflığı
1970’lerin sonlarına doğru, Türkiye’de hükümetler sık sık değişiyor ve koalisyonlar uzun süreli olamıyordu. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Adalet Partisi (AP) gibi büyük partiler arasındaki kutuplaşma, kısa süreli koalisyonlarla yönetimlerin zayıf kalmasına yol açıyordu. Bu dönemde sağ ve sol ideolojiler arasında artan çatışmalar, ülkeyi yönetilemez hale getirdi. Ülkedeki bu istikrarsızlık, ordunun müdahale hazırlıklarına başlamasına yol açtı ve belgelerde görüldüğü gibi, bu çalkantılı ortam askeri müdahalenin gerekçelerinden biri olarak gösterildi.
Sağ ve Sol Gruplar Arasındaki Çatışmaların Yoğunlaşması
1970'lerin sonlarında, sağ ve sol gruplar arasındaki ideolojik çatışmalar şiddetlenerek sokaklara taştı. Ülkücü hareketler ve sol gruplar arasında yaşanan günlük çatışmalar, üniversitelerde ve işyerlerinde sıkça karşılaşılan olaylar haline geldi. Siyasi cinayetler, bombalı saldırılar ve suikastlar gündelik yaşamın bir parçası olmuş, bu durum toplumda korku ve güvensizlik yaratmıştı. 1978’de Maraş olayları ve Sivas’ta yaşanan çatışmalar, Türkiye’nin doğrudan çatışma ve kaos ortamına sürüklendiği bir sürecin örnekleri oldu.
Ekonomik Kriz ve Sosyal Rahatsızlıklar
Türkiye bu dönemde büyük bir ekonomik krizle de karşı karşıyaydı. Dış borçlanma, enflasyon ve işsizlik hızla artmış, döviz kıtlığı baş göstermişti. 1979 yılındaki petrol fiyatlarındaki yükseliş, ekonomik durumu daha da kötüleştirdi ve hükümetler ekonomik çözüm üretemez hale geldi. Grevler, fabrikaların kapanması ve temel ihtiyaçların karşılanmasındaki zorluklar halkta büyük bir huzursuzluk yarattı. Ordu, ekonomik krizlerin siyasi çözümle giderilemeyeceğini düşünerek, müdahale için somut bir gerekçe olarak bu durumu da gösterdi.
2. 12 Eylül 1980: Darbenin Gerçekleşmesi ve İlk Adımlar
Darbe Kararının Alınması ve Uygulama Süreci
12 Eylül 1980 gecesi, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve kuvvet komutanları, siyasi kargaşayı sona erdirme iddiasıyla ülke yönetimine el koyma kararı aldılar. Darbenin ardından, sabah saatlerinde TRT radyosundan yapılan açıklamayla, ordunun ülkenin bölünmez bütünlüğünü korumak ve güvenliği sağlamak amacıyla yönetime el koyduğu duyuruldu. Bu süreçte ordunun kademeleri arasındaki uyum ve emir-komuta zinciri içindeki işleyiş sayesinde, herhangi bir direnç olmadan darbe gerçekleştirilmiş oldu.
Milli Güvenlik Konseyi’nin (MGK) Kurulması
Darbeyi takiben, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren önderliğinde Milli Güvenlik Konseyi (MGK) kuruldu. MGK, yasama ve yürütme yetkilerini üstlenerek Türkiye’nin en yetkili yönetim organı haline geldi. MGK, ülke çapında yönetimi devralırken, sivil iradenin etkisini tamamen ortadan kaldırdı. Bu süreçte MGK’nın kararları, Türkiye’nin yönetim şeklinin katı bir denetime girmesine yol açtı. Kenan Evren, MGK başkanı sıfatıyla, devletin tüm kademelerinde en yetkili kişi haline gelmişti.
Meclisin ve Siyasi Partilerin Feshi
Darbe sonrası, Türkiye Büyük Millet Meclisi feshedildi ve tüm siyasi partilerin faaliyetleri durduruldu. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş ve Necmettin Erbakan gibi dönemin siyasi liderleri gözaltına alındı ya da zorunlu ikamete tabi tutuldu. Böylece, ordunun sivil siyaseti tamamen devre dışı bırakarak kontrolü eline aldığı bir yapı oluşturuldu. Belgelerde, MGK’nın sivil siyaseti güvenlik açısından tehlikeli bulduğu ve bu nedenle uzun süre siyasi faaliyetlere izin vermediği belirtilmektedir.
3. Darbe Sonrası Dönemde Alınan Tedbirler ve Uygulamalar
Sıkıyönetim ve Toplumsal Denetim
Darbe sonrasında Türkiye genelinde sıkıyönetim ilan edilerek sokağa çıkma yasakları uygulamaya kondu. Bu dönemde güvenlik güçleri geniş yetkilerle donatıldı; tutuklamalar, gözaltılar ve sürgünler yaygın hale geldi. Grevler yasaklandı, sendikalar kapatıldı ve sivil toplum kuruluşları faaliyetlerini durdurmak zorunda kaldı. Bu uygulamalar, ülkenin her yerinde katı bir kontrol sağlama amacı taşıyordu ve toplumsal muhalefet üzerindeki baskıyı artırdı.
Medya Üzerinde Sıkı Kontrol ve Propaganda
Darbe yönetimi, medyayı sıkı bir denetim altında tuttu ve sansür uyguladı. Gazeteler, radyolar ve televizyon kanalları yalnızca darbe yönetiminin onayladığı içerikleri yayınlamak zorundaydı. Özellikle Kenan Evren ve MGK üyeleri, darbenin gerekçelerini halka anlatmak amacıyla ülkenin farklı bölgelerinde halka açık konuşmalar yaptı. Medya yoluyla yapılan bu propagandalarla, darbenin ülkenin güvenliği ve istikrarı için yapıldığı mesajı verildi ve darbe toplum nezdinde meşrulaştırılmaya çalışıldı.
4. 1982 Anayasası ve Yeni Yönetim Düzeni
Anayasa Hazırlık Süreci ve Halk Oylaması
1982 Anayasası, MGK tarafından oluşturulan bir komisyon ve Danışma Meclisi tarafından hazırlandı. Yeni anayasa, devletin güvenliği ve kamu düzenini koruma amacıyla pek çok sınırlayıcı düzenleme içeriyordu. 1982 Anayasası referanduma sunuldu ve Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olarak seçilmesiyle birlikte yürürlüğe girdi. Bu anayasa ile birçok özgürlük alanında kısıtlamalar getirilirken, devletin vatandaşlar üzerindeki denetimi artırıldı. Bu dönem, özgürlüklerin sınırlandığı ve bireysel hakların kısıtlandığı bir dönemin başlangıcını oluşturdu.
Anayasal Kısıtlamalar ve Yürütme Gücünün Güçlendirilmesi
1982 Anayasası ile beraber, siyasi partilere, sendikalara ve sivil toplum kuruluşlarına yönelik kısıtlayıcı düzenlemeler yapıldı. Toplantı, gösteri ve ifade özgürlüğü gibi temel demokratik haklar sınırlandı. Sendikaların faaliyetleri denetim altına alındı; işçi hareketleri ve grevler yasaklandı. Yargı sisteminde yapılan düzenlemelerle, devlet güvenliğini ön planda tutan yeni bir yapı oluşturuldu. Bu anayasa, ülkedeki yönetim düzeninin merkezileşmesini sağladı ve devlet mekanizmasının birey üzerinde denetimini artırdı.
5. 12 Eylül Darbesi’nin Uzun Vadeli Etkileri ve Toplumsal Yapı Üzerindeki İzleri
Yönetimde Yeni Bir Denetim Yapısı ve Milli Güvenlik Kurulu’nun Etkisi
12 Eylül Darbesi, Türkiye’de idari yapının askeri müdahalelere açık bir sistemle şekillenmesine yol açtı. Bu süreçte Milli Güvenlik Kurulu, anayasal bir kurum olarak etkili hale getirildi. Bu yeni yapı, devletin karar alma mekanizmalarında askerin belirleyici rol oynamasına neden oldu. Bu durum, askeri liderlerin, ülke yönetiminde doğrudan söz sahibi olmasına imkan tanıyarak siyaseti yönlendirmede kilit rol üstlenmelerine zemin hazırladı
Toplum Üzerindeki Korku Ortamı ve Sosyal Hayata Etkileri
Darbe, toplumsal yaşam üzerinde kalıcı bir etki bıraktı. Bu dönemde işkence, uzun gözaltılar ve ağır cezalara maruz kalan birçok insan, siyasi haklarını kaybetti. Tutuklamalar ve işkenceler, toplumda bir korku iklimi yaratarak bireylerin siyasi kimliklerini gizleme eğilimine girmesine neden oldu. 12 Eylül sonrasında siyasi katılım oranları azaldı, gençler arasında siyasete ilgi azaldı ve toplum apolitikleşti. Bu süreç, Türkiye’de toplumsal hafızada derin yaralar bırakan bir dönem olarak anılmaktadır.
Ekonomik Yapının Değişimi ve Yeni Liberal Politikaların Uygulanması
12 Eylül sonrası dönemde Türkiye ekonomisi köklü değişimlere sahne oldu. 24 Ocak Kararları ile birlikte Türkiye, ithal ikameci modelden vazgeçip serbest piyasa ekonomisine geçiş yaptı. Bu süreçte özelleştirmeler ve dış ticareti teşvik eden uygulamalar yaygınlaştı. Darbe yönetimi, bu ekonomik değişimleri desteklemek amacıyla işçi haklarını sınırlandırarak, grevleri yasakladı ve özel sektörün önünü açtı. Bu değişimler, Türkiye’nin ekonomik yapısını yeniden şekillendirdi ve dünya ekonomisi ile entegrasyonunu hızlandırdı.
Darbelerin Türk Demokrasisi Üzerindeki Uzun Vadeli Etkileri ve Kemalist Perspektiften Derinlemesine Değerlendirme
Türkiye’deki askeri darbeler, demokratikleşme sürecinde derin yaralar açmış ve halkın devletle ilişkisini, siyasete güvenini ciddi anlamda etkilemiştir. Kemalist bakış açısına göre, Cumhuriyet’in temel değerleri olan laiklik, ulusal bağımsızlık, halkçılık ve devrimcilik, demokrasi sürecinde sürekli olarak güçlendirilmelidir. Ancak, darbe süreçleri, her ne kadar “Cumhuriyetin korunması” iddiasıyla gerçekleştirilmiş olsa da, demokratik yapının istikrarını ve sürekliliğini büyük ölçüde zedelemiştir. Bu bölümde, darbelerin demokrasiyi nasıl zayıflattığını, toplum ve devlet ilişkisini nasıl etkilediğini Kemalist bir çerçeveden inceleyelim.
A) Darbelerin Kurumsal Etkileri: Demokratik Kurumların Zayıflaması
Askeri müdahaleler, devletin temel kurumlarının işleyişini ve sivil yönetime olan güveni zayıflatmıştır. Kemalist perspektiften bakıldığında, Cumhuriyetin kalıcı hale gelmesi için sivil iradeye dayalı demokratik kurumların sağlıklı bir şekilde çalışması gereklidir. Ancak, darbelerle gelen askeri yönetimler, parlamento, siyasi partiler, yargı ve medya üzerinde baskıcı bir denetim kurmuş, bu kurumları toplumun iradesinden uzaklaştırmıştır.
Özellikle 12 Eylül 1980 Darbesi sonrasında hazırlanan 1982 Anayasası, devletin merkezî yapısını güçlendirmiş, bireysel hak ve özgürlükleri sınırlayarak demokratik bir devletin gerektirdiği denge-denetim mekanizmalarını zayıflatmıştır. Bu, Kemalist ilkelere göre devletin “halk için” olması gerektiği düşüncesiyle çelişir. Çünkü devletin bekası, halkın hak ve özgürlüklerini gözeten bir yönetimle sağlanmalıdır, baskıcı bir otorite ile değil. 1982 Anayasası ile siyasi faaliyetler, ifade özgürlüğü ve toplantı-gösteri hakları üzerinde geniş kapsamlı kısıtlamalar getirilmiş; toplumun devlete olan güveni sarsılmıştır. Kemalist düşünce, bireyin hak ve özgürlüklerinin devlet tarafından korunmasını savunur; bu bağlamda, askeri müdahalelerle oluşturulan baskıcı düzen, demokrasinin temel dinamiklerini yok saymıştır.
B) Toplum Üzerindeki Psikolojik ve Sosyal Etkiler: Korku ve Apolitikleşme
Askeri darbeler, toplumun siyasete katılımını ve demokratik süreçlere olan inancını zayıflatarak halkı siyasetten uzaklaştırmıştır. Özellikle 12 Eylül sonrası gözaltılar, işkenceler, ağır cezalar ve yasaklar, bireylerin siyasi kimliklerini gizlemeye itmiştir. Bu durum, toplumda apolitik bir kültür oluşturmuş ve vatandaşların demokrasiye katılımını sınırlamıştır. Kemalist bakış açısına göre, bir toplumun siyasi olarak bilinçli ve katılımcı olması, Cumhuriyetin devamlılığı için esastır. Oysa ki darbeler sonrası oluşan korku ve sindirme politikaları, Kemalist düşüncede esas olan “halkçılık” ve “katılımcılık” ilkelerine ters düşmüştür.
Özellikle genç nesiller, 12 Eylül sonrası dönemde siyasetten çekinmiş ve toplumda “siyasetle uğraşmanın tehlikeli olduğu” algısı yerleşmiştir. Bu da Türkiye’de demokrasinin kökleşmesi ve toplumun demokratik reflekslerini geliştirmesi sürecinde önemli bir engel oluşturmuştur. Kemalist anlayış, toplumun aydınlanmasını, bilinçli bireylerin demokratik haklarına sahip çıkmasını esas alır; ancak darbelerle yaratılan korku atmosferi, bu ideale zarar vermiştir.
C) Ekonomik ve Sosyal Politikaların Şekillenmesi: Neo-Liberal Döneme Geçiş
12 Eylül sonrası dönemde, ekonomik ve sosyal politikalar askeri yönetimin belirlediği çerçevede yeniden düzenlenmiş ve Türkiye, neo-liberal ekonomik modelin içine çekilmiştir. 24 Ocak Kararları olarak bilinen ekonomik reformlar, darbe sürecinin ardından uygulanmaya konmuş ve devletin ekonomideki etkinliği azaltılarak serbest piyasa ekonomisine geçilmiştir. Kemalist bakış açısıyla değerlendirildiğinde, ekonominin devlet eliyle düzenlenmesi, bağımsız ve kalkınmacı bir devletin gerekliliğidir. Ancak darbe sonrası uygulanan neo-liberal politikalar, toplumda sosyal adaletsizlikleri derinleştirmiştir.
Özellikle işçi haklarının sınırlandırılması, sendikaların faaliyetlerinin kısıtlanması ve grevlerin yasaklanması, Kemalist halkçılık ilkesine ters düşen uygulamalardır. Kemalist düşüncede ekonomik bağımsızlık, halkın refahını sağlama amacına hizmet eder; ancak 12 Eylül sonrası bu hedefin tam tersi yönde uygulamalara gidilmiş, sosyal eşitsizlikler artmıştır. Bu süreç, Türkiye’deki işçi hareketlerini zayıflatmış ve halkın ekonomik güvenliğini sarsmıştır.
D) Devletin Halktan Uzaklaşması ve Sivil İrade Üzerindeki Askeri Gölge
Kemalist düşünce, devletin halk tarafından seçilen sivil yöneticiler aracılığıyla yönetilmesi gerektiğine inanır. Ancak darbeler, sivil iradenin askeri müdahalelerle gölgelenmesine neden olmuş ve bu durum, devletin halkla olan bağını zayıflatmıştır. Ordu, darbelerle birlikte halkın temsilcisi olan sivil yönetimlere müdahale ettikçe, demokrasi üzerindeki olumsuz etkisini artırmıştır. Her ne kadar askeri müdahaleler Cumhuriyetin korunması iddiasını taşısa da, sonuç olarak halkın iradesi ile seçilmiş yönetimlerin kararlarını sınırlandırarak, demokrasiyi işlevsiz hale getirmiştir.
Kemalist perspektiften, devletin bekası halkın iradesinin sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi ile güvence altına alınabilir. Dolayısıyla, askeri müdahalelerle zayıflayan sivil irade, halkın devlete olan güvenini zedelemiş ve devletin Cumhuriyetin idealleri doğrultusunda topluma hizmet etme misyonunu engellemiştir. Bu durum, toplumda devletle olan ilişkilerde yabancılaşmaya ve devlete güven kaybına yol açmıştır.
E) Demokrasiye Dönüş ve Kemalist Değerlerle Uyumlu Demokratikleşme Süreci İhtiyacı
Kemalist bakış açısı, askeri müdahalelerin demokrasinin kökleşmesi ve sivil yönetimin güçlenmesi adına bir engel teşkil ettiğini savunur. 12 Mart ve 12 Eylül gibi askeri müdahaleler, Cumhuriyetin temel değerlerini koruma iddiasıyla yapılmış olsa da, bu müdahaleler demokratikleşme sürecine zarar vermiştir. Kemalist ideolojide demokrasi, yalnızca bir yönetim biçimi değil; aynı zamanda bireylerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan, toplumsal refahı sağlayan bir düzendir.
Kemalist değerlere göre, Türkiye’de demokrasinin güçlenmesi ve Cumhuriyetin kalıcı hale gelmesi, sivil iradenin bağımsızlığının sağlanmasıyla mümkündür. Bu nedenle, askeri müdahalelerin sivil toplum üzerindeki etkisinin azaltılması, Kemalist ilkelere uygun bir demokratikleşme süreci açısından gereklidir. Türkiye’de demokrasi, ancak Cumhuriyetin kuruluş ideallerini gözeten bir yönetim anlayışı ile kalıcı hale gelebilir ve askeri müdahalelerin gölgesinden uzak bir sivil irade ile sağlıklı bir şekilde gelişebilir.
KAYNAKÇA:
-Kültürel Yapılanma Grubu – YORUMSUZ – 12 Eylül BELGELERİ
-Ağaoğlu, S. (1972). Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri. İstanbul: Baha Matbaası.
-Ahmad, F. (1976). Türkiye’de Çok Partili Hayatın Açıklamalı Kronolojisi 1945-1971. İstanbul: Bilgi Yayınları
-Aydemir, T. (2010). Hatıratım, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
-Başgil, A. F. (2008). 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, İstanbul: Yağmur Yayınevi.
-Altuncuoğlu, N , Durmuş, M . (2020). 9 Subay Olayı’nda Samet Kuşçu’nun Rolü
- -Ahmad, F., The Making of Modern Turkey Raulledge
- Çakmak, D. Türkiye’de Asker-Hükümet İlişkisi: Albay Talat Aydemir Örneği
-Özdağ, Ü. (2004). Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali. İstanbul: Boyut Kitapları
-Aydemir, Şevket Süreyya, Menderes’in Dramı , İstanbul 2010.
-Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Yüksek Adalet Divanı Yassıada Mahkemesi Evrakı (1961).
-Bulunmaz, Barış, “Türk Basın Tarihi İçerisinde Demokrat Parti Dönemi ve Sansür
-Başgil, Ali Fuad, 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, İstanbul 2008.
- Batur, Muhsin, Anılar ve Görüşler (Üç Dönemin Perde Arkası), İstanbul 1985.
- Belen, Fahri, Ordu ve Politika, İstanbul, 1971
- Akşin, Sina, Kısa Türkiye Tarihi, 2007