NEDİR BU KENDİNİN TAMAMINI TANIMAK?
CARL GUSTAV JUNG, sizlerin de bildiği gibi İsviçreli psikiyatr ve yazardır. Analitik psikolojinin kurucularından biri olarak bilinir. Freud’un yakın çalışma arkadaşlarından biri olan Carl Jung, kendi döneminde kısa zamanda psikanaliz hareketinde önemli bir yer edinmiş ve Sigmund Freud’un mirasçılarından biri olarak görülmüştür. Bizler bugün Freudʼun “bilinçdışı,” Jungʼun ise “gölge” ya da “şeytan” olarak nitelendirdiği yönlerimize; kötülük kavramı ve kendini tanıma konuları üzerine eğileceğiz.
Carl Gustav Jung, daha çok küçük yaşlarda olmasına karşın “suç,” “günah,” ve “kötülük” gibi soyut kavramlar üzerine düşünmüştür; bu konuda on iki yaşlarındayken başından geçen bir deneyimden söz eder: Güneşli bir günde Basel’deki Münsterplatz Meydanı’ndan geçtiği sırada katedralin kiremitleri üzerine olanca parlaklığıyla vuran güneş, katedralin çatısına hayranlıkla bakan on iki yaşındaki Jung’un gözlerini kamaştırır. O günün tüm güzelliği üzerine Jung, “dünya da kilise de güzel ve bu güzelliklerin tümünü tanrı yarattı. O çok uzaklarda mavi göğün içinde altın bir tahtta oturuyor ve…” derken bir kopukluk olur, Tanrı ile ilgili ürkütücü bir düşünceye kapılır. Bir süre Tanrı ile ilgili düşüncelerini zihninden uzaklaştırmaya çalışsa da başaramaz ve bunun üzerine şöyle söyler: “Bunu kesinlikle istemiyorum Tanrı'm! Böyle düşünmemi kim istiyor? Kim beni bilmediğim bir şeyi ve bilmek istemediğim bir şeyi düşünmeye zorluyor? Bu ürkünç istek nereden geliyor ve neden ben? Bu güzel dünya için yaratıcıya övgüler yağdırıp bu paha biçilemez armağanı verdiği için ona minnet duyduğum bir anda neden böylesine anlaşılmaz bir kötülük düşünmem gerekiyor?” Bu nedenle birkaç gün boyunca acı çeker ve başına gelenleri sorgulamaya başlar. En sonunda Adem ve Havva'nın günah işlemesi için yılanı yaratması gibi onun da bunları düşünmesini isteyenin Tanrı’nın kendisi olduğuna karar verir. Bu ürkütücü isteğin üzerinde durur ve düşüncelerine izin verir; tahtının üzerinde oturan Tanrı’nın mutlak gücüyle katedralin üzerini pislediğini, çatısını parçalayıp yerle bir ettiğini görür. Tanrıya karşı kaçınılmaz bir günah işlemiştir o artık. Deneyimi üzerine “onur,” “suç,” “günah,” gibi kavramlar üzerine düşünmeye başlayan Jung, o dönemlerde özellikle Goethe’nin Faust’undan çok etkilenir. Goethe’nin Mefisto biçiminde sunduğu şeytanı ciddiye alması onu çok etkilemiştir. Felsefede de kötülüğün varlığını kabul eden ve dünyada yaşanan acıları ve sefaleti dile getiren Arthur Schopenhauerʼdan etkilenir. Kendisi de “gölge” kavramını ortaya koyacaktır; kişiliğin etik ve estetik ölçütlerine tezat teşkil etmesine rağmen insanda bulunan ve irade tarafından yönlendirilemeyen kişiliğin istenmeyen yönleri için Jung bu terimi kullanmıştır. Kendilerini ifade etmelerine izin verilmediğinde bilinçdışında karşıtlık yaratırlar; bu insanda içsel çatışmalara ve kutuplaşmaya neden olur. Carl Gustav Jung, çalışmalarında “ruhsal bütünlüğün” önemine dikkat çekmiştir; ona göre kişiliğin gölge yönünün ifadesine izin verilmelidir; ne de olsa “şeytan zarar vermeyi değil; görülmeyi, duyulmayı ve gerçekliğinin kabullenilmesini ister.”
Öyleyse nedir bu kendinin tamamını tanımak?
Benlik yalnızca “ego” demek değildir; ego derken bilinçten, yani “ben”den söz ediyorum! Benlik, kişiliğin bütünlüğünü, yani tamamını ifade eder. Kendinin tamamını tanımak derken, küçücük bilincimizin belki de henüz kavramaktan çok uzak olduğu, içimizdeki o ötekini; bir açıdan ipe sapa gelmez, şeytani ve ilkel yönlerimizi tanımaktan bahsediyorum!
Bu konuda Carl Gustav Jung’un görüşlerine karşılık gelen bir romandan söz edeceğim: Olağanüstü Bir Gece. “Stefan Zweig’in “Olağanüstü Bir Gece” adlı romanı seçkin bir burjuva olarak rahat ve tasasız var oluşunu sürdürürken giderek kendine duyarsızlaşan bir adamın hayatındaki dönüştürücü deneyimin hikayesidir. Sıradan bir pazar gününü at yarışlarında geçirirken, ilk kez burjuva ahlakından saparak bir “suç” işler. Böylece yeniden “hissetmeye” başladığını, kötücül ve ateşli hazları olan gerçek bir insan olduğunu fark eder.” Bu roman ruhani bir uyanışın, insanın içindeki şeytanı anlamasının öyküsüdür.
Jung der ki, “birçok açıdan başkaları gibi olmadığımı biliyorum, ama aslında nasıl olduğumu bilmiyorum.” Basitçe kurulmuş gibi görünse de aslında çok derin anlamlar içeren bir cümledir bu; bizler aslında nasılız? Olağanüstü Bir Gece, “insanın kendini tanımasına” yönelik kurgusu ve anlatımıyla Jung’un görüşlerine önemli bir örnek teşkil eder: “Ait olduğum kesimin normlarını ve kalıplarını boş bulduğum için artık ne kendimden ne de başkalarından utanıyorum. Onur, suç günah gibi kavramlar bir anda soğuk, metalsi bir tını kazandı, bunları dehşete kapılmadan telaffuz edemiyorum artık. O gece ilk kez öylesine büyülenmişçesine hissettiğim o güçten beslenerek yaşıyorum. Beni nereye sürüklediğini sorgulamıyorum: Belki başkalarının günah dediği bir başka uçuruma, belki de yüceliklere sürükleyecek. Bunu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Çünkü sadece kendi kaderlerini bir gizem olarak yaşayabilenlerin gerçek anlamda yaşadıklarına inanıyorum.
…, şimdi biliyorum ki kendisiyle ilgili durumlar karşısında kayıtsızlaşan herkes (tek çare olarak) bir suç işleyecektir.”
“… Bütünlükten haberdar olan biri yargılamaz ve gururundan kurtulmuştur. Onun karşısında da utanmam, çünkü beni anlar. Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı (şeytanı) anlamış olan bütün insanları anlar.”
Seçkin bir burjuva olan adamın dönüştürücü deneyimi Jung'un “Tanrısal deneyim” olarak nitelendirdiği deneyime denk düşer; ne de olsa “… küçük, dar ve bayağı; Tanrılığın her iki özünden biridir.” Deneyimi onun da Jung’un on iki yaşında yaptığı gibi şeytanıyla yüzleşmesini olanaklı kılar.
“Şeytanla konuşmak gibi ender bir fırsat yakalarsan onunla bütün ciddiyetinle yüzleşmeyi unutma. Sonuçta o senin şeytanın.”