Osmanlı Devleti'nin son döneminde ekonomik hayattaki rolü, klasik dönemden gelen devletçi anlayışın önemli izlerini taşısa da, dönemin siyasal ve iktisadi gelişmeleriyle birlikte belirgin bir dönüşüm geçirmiştir. Özellikle Tanzimat’tan itibaren devletin ekonomi üzerindeki doğrudan müdahaleci tutumu zayıflarken, bu dönemle birlikte bir tür geçiş süreci başlamıştır. Bu süreçte devletin ekonomi üzerindeki rolü, ne tam anlamıyla serbest piyasa ekonomisine uygun bir biçimde sınırlı kalmış, ne de klasik anlamda devletçiliğe tam olarak sadık kalınmıştır. Bu durum, son dönem Osmanlı iktisadi yapısının karma nitelik taşımasına neden olmuştur; ancak burada kullanılan “karma ekonomi” tabiri, modern ulus-devletlerde görülen planlı karma ekonomi modellerinden çok daha dağınık, çelişkili ve dış baskılarla şekillenmiş bir yapıyı işaret eder.
Osmanlı Devleti’nin klasik dönem iktisadi anlayışı, temelde devletin halkın refahını sağlamak ve ekonomik istikrarı muhafaza etmek amacıyla piyasaya müdahale etmesi esasına dayanıyordu. Bu anlayış, temel tüketim mallarının fiyatlarının belirlenmesinden, üretimin organize edilmesine, esnaf teşkilatlarının denetlenmesinden ticaret yollarının güvenliğine kadar birçok alanda devletin doğrudan kontrolünü içeriyordu. Ancak XIX. yüzyıldan itibaren, özellikle Tanzimat reformlarıyla birlikte, klasik iktisadi yapıda çözülmeler yaşanmış ve Osmanlı iktisadı, Avrupa kapitalizminin etkisi altına girmiştir. Tanzimat dönemi, her ne kadar merkeziyetçiliği arttırmış olsa da ekonomik anlamda devletin daha çok düzenleyici ve gözlemleyici bir pozisyona evrildiği bir dönemi temsil eder. Bu dönemde yayımlanan ticaret, gümrük ve mali mevzuat, yabancı sermayenin ve tüccarın çıkarlarını korumaya yönelikti ve bu da devletin yerli üretici üzerindeki koruyucu rolünü giderek zayıflatmıştır.
Osmanlı iktisat sistemindeki en önemli kırılma noktalarından biri, 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması olmuştur. Bu antlaşma ile birlikte Osmanlı Devleti, yerli sanayisini korumaktan vazgeçmiş, dış ticarette serbestlik esas alınmış ve ithal mallar üzerindeki koruyucu vergiler ciddi biçimde kaldırılmıştır. Bu süreç, ekonomik yapının liberalizme doğru yöneldiği şeklinde yorumlansa da, uygulamada devletin hem merkeziyetçi idari yapısı hem de mali kontrolü elinde tutması, tam anlamıyla serbest piyasa ekonomisinin kurumsallaşmasına engel olmuştur. Örneğin, tarım ürünlerinde devletin tahıl ticareti üzerindeki müdahaleleri, zaman zaman ihracat yasakları ya da iç piyasaya yönelik denetimler şeklinde devam etmiştir. Ayrıca devlet, savaş ve kriz dönemlerinde fiyatlara müdahale etmekten, bazı malları karneye bağlamaktan ya da zorunlu alım uygulamalarına gitmekten geri durmamıştır.
II. Abdülhamid döneminde devletin ekonomik yaşamdaki rolü daha karmaşık bir hâl almıştır. Devlet, bir yandan kamu maliyesini düzene sokmak, borçları ödeyebilmek ve gelir kaynaklarını çeşitlendirmek için özel sektörü destekleyici adımlar atarken, diğer yandan birçok ekonomik faaliyeti doğrudan bünyesine almıştır. Demiryollarının inşası, liman işletmeciliği, telekomünikasyon altyapısı gibi alanlarda imtiyazlar yabancı şirketlere verilmiş, bu da devletin bazı alanlarda inisiyatifi yabancı sermayeye devrettiği anlamına gelmiştir. Ancak aynı zamanda devlet, tarım alanlarının ıslahı, aşar vergisinin yeniden düzenlenmesi ve bazı sanayi kuruluşlarının kurulması gibi projelerle doğrudan ekonomik üretime katılmıştır. Dolayısıyla bu dönem, bir yandan liberal ekonomik yapının dış baskılarla tesis edilmeye çalışıldığı, öte yandan devletin varlığını hissettirmeye devam ettiği iktisadi bir geçiş dönemidir.
II. Meşrutiyet sonrasında, özellikle İttihat ve Terakki iktidarıyla birlikte, devletçilik fikri daha sistematik bir şekilde gündeme gelmiştir. 1913-1918 arası dönemde yaşanan savaş koşulları, devletin ekonomi üzerindeki müdahalelerini artırmasına yol açmış, bu süreçte “Millî İktisat” fikri bir ideoloji olarak ön plana çıkmıştır. İttihatçılar, özellikle gayrimüslim ve yabancı sermaye gruplarının ekonomik üstünlüğünü kırmak için devlet eliyle Türk ve Müslüman burjuvazisinin oluşturulması gerektiğine inanmışlardır. Bu bağlamda, devletin doğrudan ekonomik aktör olarak sahaya indiği görülür. Teşvik-i Sanayi Kanunu gibi düzenlemelerle yerli girişimcilik desteklenmiş, devlet bankaları kurulmuş ve bazı sanayi kuruluşları doğrudan devlet eliyle işletilmiştir. Savaş koşulları nedeniyle ithalat zorlaşmış, bu da devletin yerli üretimi teşvik etme çabasını artırmıştır. Aynı zamanda savaş ekonomisinin gerekleri gereği devlet, fiyat kontrolü, karne uygulamaları ve zorunlu istimlak gibi olağanüstü müdahalelere başvurmuştur.
Osmanlı Devleti’nin son döneminde ekonomik yapıda belirgin bir karma ekonomi modeli ortaya çıkmıştır. Bu modelde, devletin hem düzenleyici hem de üretici aktör olarak yer aldığı, ancak aynı zamanda uluslararası baskılar ve iç kısıtlamalar nedeniyle bu rolün çoğu zaman çelişkili ve tutarsız biçimlerde yürütüldüğü görülür. Serbest piyasa unsurları ile devlet müdahaleleri iç içe geçmiş, zaman zaman biri diğerine baskın çıkmıştır. Bu durum, geç Osmanlı ekonomisini ne tamamen liberal ne de tam anlamıyla devletçi kılmamış, daha ziyade siyasal ve askerî ihtiyaçlara göre şekillenen esnek ve pragmatik bir ekonomik yapı doğurmuştur. Bu yapı, Cumhuriyet döneminin başlarında geliştirilecek olan planlı devletçilik modelinin entelektüel ve uygulama zeminini hazırlamıştır.
Ana üretim sektörleri hangileriydi ve bu sektörlerin yapısı nasıldı?
Osmanlı Devleti’nin son döneminde ana üretim sektörleri, esas itibarıyla tarım, el zanaatlarına dayalı küçük imalat, sanayi ve madencilik olmak üzere dört ana kategoride toplanabilir. Bu sektörlerin her biri, hem geleneksel yapının devamı niteliğindedir hem de Avrupa kapitalizminin ve sanayileşmesinin etkisiyle dönüşüm süreci içerisindedir. Ancak bu dönüşüm, çoğu zaman yüzeysel kalmış; yapısal bir modernleşmeden ziyade, dışa bağımlılığı artıran bir uyarlama süreci olarak işlev görmüştür. Ana üretim sektörlerinin yapısı, hem iç dinamikler hem de dış baskılar tarafından şekillendirilmiştir.
Tarım sektörü, Osmanlı ekonomisinin en büyük üretim alanı olmayı son döneme kadar sürdürmüştür. Nüfusun büyük kısmı kırsalda yaşamakta ve geçimini tarımdan sağlamaktaydı. Tarımsal üretim büyük ölçüde geleneksel yöntemlere dayanmaktaydı; sulama sistemleri, gübreleme teknikleri ve ürün çeşitliliği açısından ciddi bir verimsizlik söz konusuydu. Tarım teknolojisinin modernleşmesi çok sınırlı kalmış, bu da ürün verimliliğini doğrudan etkilemiştir. Tarımsal üretimin yapısı içinde tahıl üretimi özellikle buğday, arpa, mısır ön plana çıkarken, tütün, pamuk, zeytin, üzüm gibi ticari tarım ürünleri de özellikle ihracata dönük alanlarda yoğunluk kazanmıştır. Bu ürünlerin üretimi, büyük ölçüde dış piyasa taleplerine göre şekillenmiştir. Anadolu’nun bazı bölgelerinde tütün ve pamuk gibi ürünlerde dışa bağımlı üretim yapısı öne çıkarken, bu durum çiftçiyi uluslararası piyasalardaki dalgalanmalara karşı kırılgan hale getirmiştir. Aynı zamanda aşar vergisi gibi vergi yüklerinin tarım üzerinde ağır bir baskı oluşturduğu, köylünün üretim fazlasını piyasaya sunma şansını azalttığı görülmektedir. Tarım, emek-yoğun bir sektör olarak kalmış, modern tarım makinaları ve üretim teknikleri ancak Cumhuriyet döneminde yaygınlık kazanabilmiştir.
Zanaatkârlığa dayanan geleneksel küçük üretim sektörü, Osmanlı'nın klasik döneminden beri şehirli ekonominin temelini oluşturmuş ve son döneme kadar varlığını sürdürmüştür. Bu üretim biçimi, esnaf loncaları etrafında örgütlenmişti ve çoğunlukla yerel pazarlara yönelik üretim yapıyordu. Ancak Tanzimat’tan sonra Avrupa menşeli ucuz sanayi mallarının Osmanlı pazarlarını istila etmesiyle birlikte, bu geleneksel üretim biçimi ciddi ölçüde sarsılmıştır. Yabancı mallar, kalite ve fiyat açısından Osmanlı küçük üreticisini rekabet edemez hâle getirmiştir. Bu durum, kentli zanaatkârların giderek işlevsizleşmesine, lonca sisteminin çözülmesine ve yerli imalatın çöküşüne neden olmuştur. Bu yapının bozulması sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal bir tahribat da yaratmış; esnaf sınıfının hem ekonomik gücü hem de toplumsal itibarı zayıflamıştır. El zanaatları daha çok tekstil, deri işçiliği, marangozluk, bakırcılık gibi geleneksel üretim alanlarında yoğunlaşmış; ancak bu üretim biçimlerinin endüstriyel dönüşüme entegrasyonu oldukça sınırlı kalmıştır.
Sanayi sektörü, Osmanlı Devleti’nin son döneminde modernleşme adına geliştirilmeye çalışılan ancak kurumsal ve finansal yetersizlikler nedeniyle istenilen düzeye ulaştırılamayan bir diğer ana sektördür. 1838 Ticaret Antlaşması ile başlayan süreçte, yerli sanayi tam anlamıyla rekabet edemeyeceği bir ortamda bırakılmış, korunmasız bir şekilde Avrupa sanayisiyle karşı karşıya kalmıştır. Sanayi üretimi, esas olarak özel sermaye birikiminin zayıf olması, teknik personel eksikliği, ulaşım altyapısının yetersizliği ve siyasi istikrarsızlık gibi nedenlerle sınırlı kalmıştır. II. Abdülhamid döneminde bazı sanayi tesisleri özellikle dokuma, iplik, un, şeker, deri işleme ve barut üretimi gibi alanlarda—devlet eliyle kurulmuş olsa da, bunlar ya düşük kapasiteli kalmış ya da yerel ihtiyaçları karşılamanın ötesine geçememiştir. Ayrıca bu tesislerin çoğu kamu işletmesi niteliğinde olduğundan, özel teşebbüsün sanayi alanında gelişmesi sınırlı kalmıştır. Teşvik-i Sanayi Kanunu (1913) gibi düzenlemelerle yerli sanayi desteklenmeye çalışılmışsa da, bu teşvikler savaş koşulları ve sermaye yetersizliği gibi sebeplerle beklenen etkiyi yaratamamıştır.
Madencilik sektörü ise, dışa açık niteliği ve imtiyaz rejimi nedeniyle diğer sektörlerden farklı bir yapıya sahiptir. Osmanlı coğrafyasında yer alan maden kaynakları, özellikle XIX. yüzyıldan itibaren yabancı sermayenin ilgisini çekmiştir. Devlet, sermaye yetersizliği nedeniyle bu alanlarda işletmecilik yapacak kudrete sahip olmadığından, madenlerin işletilmesi genellikle kapitülasyonlar ve özel imtiyazlar çerçevesinde yabancı şirketlere verilmiştir. Zonguldak taşkömürü havzası, Ereğli demir cevheri, Ergani bakır madenleri gibi alanlar, çoğu zaman Fransız, Alman ve İngiliz şirketlerinin kontrolü altına girmiştir. Bu durum, Osmanlı’nın doğal kaynaklarının sömürülmesine zemin hazırlamış, madencilik gelirleri çoğu zaman Osmanlı hazinesine değil, yabancı sermaye sahiplerine yönelmiştir. Aynı zamanda işçi hakları, güvenlik önlemleri ve çevre etkileri bakımından oldukça geri düzeyde olan bu işletmeler, toplumsal gerilimleri de artırmıştır.
Osmanlı Devleti’nin son döneminde ana üretim sektörleri arasında tarım, geleneksel zanaatkârlık, sınırlı ölçekte sanayi ve dışa bağımlı madencilik öne çıkmaktadır. Bu sektörlerin tümü, kendi içlerinde ciddi yapısal sorunlara sahiptir. Tarımda verim düşüklüğü ve vergi baskısı, sanayide sermaye ve teknoloji yetersizliği, zanaatta dış rekabetin etkisiyle çöküş ve madencilikte yabancı hâkimiyeti, Osmanlı’nın üretim yapısının bütünlüğünü ve direncini zayıflatmıştır. Bu üretim yapısı, ekonomik büyüme yerine istikrarsızlık ve bağımlılık üretmiş; imparatorluğun iktisadi olarak kendi kendine yeterli bir yapıdan uzaklaşmasına neden olmuştur.
İktisadi aktörler kimlerdi?
Osmanlı Devleti’nin son dönem iktisadi yapısı, farklı düzey ve niteliklere sahip çeşitli aktörlerin bir arada faaliyet gösterdiği oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu dönemde ekonomi, klasik dönemden tevarüs eden yapısal kalıntılar ile modernleşme çabalarının doğurduğu yeni aktörlerin iç içe geçmesiyle şekillenmiş; yerli ve yabancı unsurların çelişkili çıkarları, ekonomiyi çok merkezli ve düzensiz bir sahaya dönüştürmüştür. İktisadi aktörler bu çerçevede devlet, küçük üreticiler, esnaf ve zanaatkârlar, büyük toprak sahipleri, yerli özel sermaye grupları, gayrimüslim ticaret burjuvazisi ve yabancı yatırımcılar olmak üzere başlıca altı kategoride incelenebilir.
Her şeyden önce, devlet iktisadi hayatın başlıca ve tarihsel olarak en köklü aktörüdür. Klasik dönemde üretimi düzenleyen, vergilendiren ve fiyatları belirleyen bir otorite olarak devletin, Tanzimat sonrasında bu doğrudan müdahaleci kimliği kısmen zayıflamış olsa da, son döneme kadar merkezi rolünü koruduğu söylenebilir. Devlet, doğrudan üretici olduğu alanlarda örneğin baruthaneler, tersaneler, dokuma fabrikaları, darphaneler gibi yerlerde kamu teşebbüsleri yoluyla ekonomik faaliyette bulunmuş, aynı zamanda dolaylı yollarla iktisadi hayatı düzenlemiştir. Gümrük tarifeleri, vergi uygulamaları, dış ticaret anlaşmaları ve imtiyaz düzenlemeleri, devletin ekonomi üzerindeki belirleyici rolünü devam ettirdiğini göstermektedir. Ayrıca II. Abdülhamid döneminde ve İttihatçı idare altında millî sermaye yaratma çabaları da yine devlet müdahaleciliği çerçevesinde şekillenmiştir. Devlet bu süreçte hem üretici, hem düzenleyici, hem de zaman zaman yatırımcı bir aktör olmuştur.
İkinci önemli aktör grubu, kırsal alandaki küçük üreticilerdir. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylüler, geçimlik ya da kısmen pazara yönelik tarımsal üretim yapmaktaydılar. Tarımsal üretimin yoğunlaştığı bu kesim, genellikle kendi emeğine dayalı olarak çalışan aile işletmeleri şeklindeydi. Ancak bu üreticiler, hem aşar vergisi gibi ağır mali yükler altında ezilmiş, hem de ürünlerini pazarlama konusunda büyük toprak sahiplerinin ve tüccarların hâkimiyetinde kalmışlardır. Tarımsal üretimin dış piyasa talebine bağlı olarak yönlendirilmesi, küçük üreticiyi uluslararası fiyat dalgalanmalarına karşı savunmasız bırakmıştır. Ayrıca tarım teknolojisinin geri olması, köylünün üretim fazlasını artırmasını zorlaştırmıştır. Bu nedenle küçük üreticiler, iktisadi sistemin hem temel taşı hem de en kırılgan kesimi olarak kalmıştır.
Üçüncü aktör, geleneksel kent ekonomisinin belkemiğini oluşturan esnaf ve zanaatkârlardır. Bu kesim, klasik dönemde lonca sistemi içerisinde örgütlenmiş, şehirlerde tüketici taleplerini karşılayan küçük ölçekli üreticiler olarak faaliyet göstermiştir. Ancak özellikle Tanzimat sonrası süreçte, Avrupa mallarının Osmanlı pazarlarını istila etmesiyle birlikte bu aktör grubu büyük ölçüde işlevsiz hâle gelmiştir. Yerli zanaatkârlar, dışarıdan gelen ucuz ve kaliteli sanayi mallarıyla rekabet edemez hâle gelmiş, bunun sonucunda bir kısmı mesleğini terk etmiş, bir kısmı da daha alt üretim kademelerine gerilemiştir. Esnaf sınıfının bu çözülüşü, sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal bir çözülmeyi de beraberinde getirmiştir. Zira esnaf, aynı zamanda şehir hayatının düzenleyici ve dengeleyici unsurlarından biriydi.
Dördüncü bir aktör grubu olarak büyük toprak sahipleri, özellikle Balkanlar ve Anadolu’nun bazı bölgelerinde iktisadi hayatta belirgin bir rol üstlenmişlerdir. Bu gruplar, Tanzimat ile birlikte toprak mülkiyetinin tasarruf biçiminin değişmesiyle güç kazanmış, geniş topraklara sahip olarak hem üretimin yönünü tayin etmiş hem de köylü emeği üzerinde doğrudan denetim kurmuştur. Özellikle ihracata yönelik tarım ürünlerinin üretiminde bu sınıfın etkinliği artmış, kimi zaman dış tüccarlarla doğrudan bağlantı kurarak ticarete de yönelmişlerdir. Ancak bu sınıfın modern anlamda girişimci niteliğe sahip olduğunu söylemek zordur. Zira üretim teknikleri geleneksel kalmış, sermaye birikimi büyük ölçüde tüketim odaklı harcamalara yönelmiştir. Bununla birlikte, bu toprak sahipleri kırsal iktisadi ilişkilerde belirleyici ve denetleyici aktörler olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Beşinci aktör, Osmanlı Devleti içinde büyümeye başlayan ve yerli özel sermaye olarak tanımlanabilecek Müslüman Türk burjuvazisidir. Ancak bu kesim, XIX. yüzyıl boyunca oldukça zayıf kalmış, çoğu zaman devletin teşviki ve koruması olmadan gelişme şansı bulamamıştır. 1908 sonrası dönemde İttihat ve Terakki’nin millî iktisat politikası doğrultusunda bu sınıfın yaratılması hedeflenmiş, devlet eliyle kurulan bankalar, anonim şirketler ve sanayi teşebbüsleri bu girişimci sınıfa yönlendirilmiştir. Ancak yine de bu burjuvazi, Avrupa'daki muadilleriyle kıyaslandığında zayıf sermaye birikimine, sınırlı teknik bilgiye ve kısıtlı piyasa erişimine sahipti. Devletin bu kesimi teşvik etme çabaları kısa sürede sonuç vermemiş, Cumhuriyet dönemine kadar bu sınıfın tam anlamıyla teşekkül ettiğini söylemek güçtür.
Son olarak, yabancı yatırımcılar ve sermaye çevreleri, özellikle Tanzimat sonrası dönemde Osmanlı ekonomisinin en güçlü ve etkili aktörlerinden biri hâline gelmiştir. Kapitülasyonlar çerçevesinde tanınan ekonomik ayrıcalıklar ve 1838 Ticaret Antlaşması ile gelen gümrük serbestliği, bu grupların Osmanlı iktisadına nüfuzunu kolaylaştırmıştır. Yabancı sermaye, özellikle altyapı yatırımları demiryolları, limanlar, telgraf hatları maden işletmeleri, şehir içi ulaşım sistemleri, su ve gaz dağıtımı gibi alanlarda yoğunlaşmıştır. Bu yatırımlar çoğu zaman imtiyaz rejimi ile yapılmış, bu da yabancı şirketlerin vergi muafiyetleri ve kâr garantileri ile donatılmış ayrıcalıklı bir statü kazanmasına yol açmıştır. Dolayısıyla yabancı yatırımcılar, Osmanlı topraklarında doğrudan üretici, altyapı sağlayıcısı ve ticaret aracı olarak faaliyet göstermişlerdir. Aynı zamanda Düyûn-ı Umûmiye İdaresi gibi yapılar vasıtasıyla devletin maliyesi üzerindeki denetimleri, onları sadece iktisadi değil, siyasi bir aktör haline de getirmiştir. Bu durum, Osmanlı’nın ekonomik bağımsızlığını ciddi şekilde zedelemiş; yerli girişimciler için eşitsiz bir rekabet ortamı yaratmıştır.
Osmanlı'nın son dönem iktisadi yapısı içinde çok katmanlı, farklı güç dengelerine ve çıkar ilişkilerine sahip aktörler bulunmaktadır. Devlet, hâlâ düzenleyici ve kısmen üretici konumunu korurken; küçük üreticiler sistemin taşıyıcı omurgası, ancak aynı zamanda en kırılgan kesimi olmuştur. Zanaatkârlar çözülme sürecine girmiş, büyük toprak sahipleri bölgesel hâkimiyetlerini sürdürmüş, yerli özel sermaye devlet desteğiyle varlık göstermeye çalışmış, ancak iktisadi gücün büyük bölümü yabancı sermaye gruplarının eline geçmiştir. Bu yapı, hem iç dengesizlikleri hem de dışa bağımlılığı derinleştirmiş; Osmanlı ekonomisini bir yandan geleneksel kalıplara, diğer yandan modern kapitalist sistemin periferisine sıkışmış bir yapıya dönüştürmüştür.
Dış ticaret hacmi ve ithalat-ihracat dengesi nasıldı?
Osmanlı Devleti’nin son döneminde dış ticaret hacmi belirgin bir artış göstermiş olmakla birlikte, bu artışın niteliği, ekonomik bağımlılığı ve yapısal dengesizlikleri derinleştiren bir çerçevede gerçekleşmiştir. XIX. yüzyıl boyunca süren dışa açılma süreci, Osmanlı iktisadını Avrupa merkezli kapitalist sisteme entegre ederken, bu entegrasyonun şartları Osmanlı açısından dezavantajlı olmuş; dış ticaret hacmindeki genişleme, yerli üretimin gelişmesi ya da ekonominin güçlenmesi sonucunda değil, büyük ölçüde dış baskılar ve ekonomik bağımlılık üzerinden şekillenmiştir. Bu bağlamda, ithalat ve ihracat rakamları arasındaki dengesizlik, ticaretin artmasına rağmen mali bağımsızlığın zedelenmesine yol açmıştır.
XIX. yüzyıl başlarında oldukça sınırlı olan dış ticaret hacmi, yüzyılın ortalarından itibaren hızlı bir artış trendine girmiştir. Bu artışta en belirleyici gelişme, 1838’de imzalanan ve Osmanlı dış ticaret rejiminde yapısal bir dönüm noktası teşkil eden Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması’dır. Bu antlaşmayla birlikte, Osmanlı Devleti yabancı tüccarların Osmanlı topraklarında serbestçe ticaret yapmalarına olanak tanımış; ithalat ve ihracat üzerindeki gümrük vergileri büyük oranda sabitlenmiş ve oldukça düşük oranlarda belirlenmiştir. Yerli üreticiler için koruyucu tarife uygulanması fiilen imkânsız hale gelmiş, ithal mallar karşısında Osmanlı üreticisi rekabet gücünü kaybetmiştir. Bu durum, dış ticaret hacminin artmasına yol açsa da ithalat lehine işleyen bir dengeyi de beraberinde getirmiştir.
1850’lerden itibaren ithalat kalemlerinde büyük bir çeşitlenme görülür. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa’dan gelen mamul mallar özellikle tekstil ürünleri, makineler, metal eşyalar, kimyevi maddeler, hazır giyim ve cam ürünleri—Osmanlı pazarlarını hızla doldurmuştur. Bu mallar, hem fiyat hem kalite bakımından yerli üretimi baskı altına almış, geleneksel imalat yapılarının çözülmesine zemin hazırlamıştır. İthalatın bu denli artışı, yerli sanayinin gelişimini engelleyen başlıca unsurlardan biri hâline gelmiştir. Bu noktada özellikle İngiliz sanayi ürünlerinin Osmanlı pazarına neredeyse gümrüksüz girmesi, sanayileşme süreci yaşayan bir ülke için büyük bir yapısal handikap yaratmıştır.
Buna karşılık, Osmanlı ihracatı daha çok tarımsal hammaddeler ve işlenmemiş ürünler üzerine kuruludur. XIX. yüzyılın ikinci yarısında ihracat kalemleri arasında başlıca ürünler tütün, pamuk, yün, zeytin ve zeytinyağı, kuru meyve (özellikle incir, üzüm), afyon, hububat ve hayvan ürünleri yer almıştır. Bu ürünlerin çoğu Avrupa sanayisinin hammaddesi olarak talep edilmekteydi. Dolayısıyla Osmanlı’nın ihracat yapısı, ham madde ihracatçısı bir ekonomi profili sergilemiştir. Sanayi ürünlerinin ihracatı ise neredeyse yok denecek kadar azdır. Bu yapı, Osmanlı’nın dünya ekonomik sistemi içinde “periferik” (çevre) bir konumda yer aldığını açık biçimde ortaya koyar. İhracatın büyük ölçüde dış piyasa talebine göre şekillenmesi, iç pazarın ikincil duruma düşmesine ve üreticinin spekülatif fiyat dalgalanmalarına karşı korunmasız kalmasına neden olmuştur.
Bu dönemde dış ticaretin coğrafi yönelimi de önemli bir göstergedir. En büyük ticaret ortağı İngiltere olmuş; onu Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya gibi diğer Avrupa ülkeleri izlemiştir. Bu ülkeler Osmanlı pazarını yalnızca mal ihracı açısından değil, aynı zamanda sermaye ihracı ve imtiyazlı şirket faaliyetleri aracılığıyla da sömürgeleştirme eğiliminde olmuşlardır. Dış ticaretin denetimi, büyük ölçüde bu ülkelerin elindeki ticaret filoları ve sigorta şirketleri tarafından yürütülmüş; Osmanlı tüccarı genellikle aracı konumda kalmış ve yüksek taşıma maliyetleriyle rekabet gücünü kaybetmiştir.
Ticaret dengesi rakamsal olarak incelendiğinde, ithalatın ihracatı sürekli ve belirgin biçimde aştığı görülür. 1870’li yıllarda ithalat yaklaşık 20-25 milyon Osmanlı altını civarındayken, ihracat bu miktarın %60-70’i düzeyinde kalmıştır. 1900’lere gelindiğinde ithalat 30 milyon altını aşarken, ihracat hâlâ 20 milyonlar seviyesinde seyretmiştir. I. Dünya Savaşı öncesinde ise dış ticaret hacmi artmış olsa da, bu artış yine ithalat lehine gelişmiş, dolayısıyla dış ticaret açığı yapısal bir sorun haline gelmiştir. Bu açık, çoğunlukla dış borçlanmayla ya da gümrük gelirlerinin Düyûn-ı Umûmiye’ye tahsisi yoluyla kapatılmaya çalışılmış, bu da mali bağımsızlığın zayıflamasına neden olmuştur.
Dış ticaret politikaları açısından bakıldığında, Osmanlı Devleti’nin dış ticaret rejimi oldukça pasif ve edilgen bir yapıya sahiptir. Gümrük tarifeleri üzerinde denetim yetkisi sınırlıydı; dış borçlar karşılığında yapılan antlaşmalar ve Düyûn-ı Umûmiye İdaresi’nin yetkileri, devletin ekonomik egemenliğini büyük ölçüde ortadan kaldırmıştı. Özellikle Tanzimat sonrası imzalanan antlaşmalar, gümrük oranlarının yükseltilmesini neredeyse imkânsız kılmıştır. Ancak 1914’te, I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte kapitülasyonların tek taraflı olarak kaldırılması, bu pasif ticaret rejiminde önemli bir kırılma yaratmıştır. Fakat bu karar, savaş koşullarının doğurduğu olağanüstü durumlar nedeniyle uzun vadeli bir stratejiye dönüşememiştir.
Osmanlı dış ticareti son dönemde nicel olarak büyümüş, fakat nitel olarak büyük dengesizlikler üretmiştir. İthalatın sürekli artması ve ihracatın düşük katma değerli ürünlere dayanması, dış ticaret açığını kronik hale getirmiştir. Bu yapı, Osmanlı’yı sanayi ürünleri ithal eden, ham madde ihraç eden yarı-sömürge niteliğinde bir ekonomik modele mahkûm etmiştir. Dış ticaret hacminin büyümesi, ülke ekonomisinin kalkınmasını değil; dış borçlara bağımlılığını, mali egemenliğin zayıflamasını ve yerli üretimin çöküşünü beraberinde getirmiştir. Bu yapısal dengesizlikler, Cumhuriyet döneminde uygulanacak korumacı ve devletçi ekonomi politikalarının teorik gerekçesini oluşturmuştur.
Vergi yapısı ve kamu gelir-gider dengesi nasıldı?
Osmanlı Devleti’nin son döneminde vergi yapısı ve kamu maliyesi, hem klasik sistemin kalıntılarını hem de modernleşme çabalarının çelişkili etkilerini bir arada barındıran, oldukça dağınık, adaletsiz ve yapısal dengesizliklerle malul bir görünüm arz etmektedir. Mali sistem, özellikle XIX. yüzyıl ortasından itibaren Avrupa kapitalist sistemiyle entegrasyon sürecinde büyük baskı altına girmiş; artan askerî ve idarî harcamalar, dış borç yükü ve azalan gelir kaynakları karşısında mali denge sürekli bozulmuş, bunun sonucunda devlet maliyesi dış müdahalelere açık hâle gelmiştir. Bu durum, hem halk üzerindeki vergi yükünü artırmış hem de devletin mali bağımsızlığını önemli ölçüde zedelemiştir.
Vergi yapısı itibarıyla Osmanlı mali sistemi, Tanzimat öncesinde ağırlıklı olarak dolaylı vergilere, yani tarım ürünlerinden alınan aynî ya da nakdî vergilere ve iltizam sistemi üzerinden toplanan vergilere dayanıyordu. Bu sistemde, belirli bir bölgenin vergi gelirleri mültezimlere ihale edilir, onlar da devlete belli bir bedel karşılığında bu hakları devralarak köylüden vergi toplarlardı. Bu uygulama, özellikle taşrada keyfîliğe, vergi adaletsizliğine ve köylünün sömürülmesine zemin hazırlamaktaydı. Tanzimat Fermanı (1839) ve özellikle Islahat Fermanı (1856) sonrasında bu sistemde reform yapılmak istenmiş ve iltizam sistemi teoride kaldırılarak tahsildar sistemine geçilmiştir. Ancak uygulamada bu değişim oldukça sınırlı kalmış, iltizam benzeri uygulamalar “emanet” adı altında farklı biçimlerde devam etmiştir.
Vergi gelirlerinin ana kaynağı tarım sektörü olmayı sürdürmüştür. Bu bağlamda aşar vergisi, yani köylünün tarımsal ürününden onda bir oranında alınan vergi, kamu maliyesinin temel gelir kalemlerinden biri hâline gelmiştir. Aşar, her ne kadar %10 oranında sabit gibi görünse de, uygulamada bu oran kimi zaman %20-30’u bulabilmekteydi. Bu da köylünün pazara ürün sunmasını engelleyen, üretim fazlasını tahrip eden ve kırsal yoksulluğu artıran bir etkide bulunmuştur. Ayrıca vergilerin aynî ya da nakdî toplanması uygulaması, birçok bölgede keyfî uygulamalara ve köylünün malına el koymalara yol açmıştır. Vergi yükü sadece tarımla sınırlı kalmamış, başta gayrimüslim tebaa olmak üzere toplumun farklı kesimlerinden alınan cizye, haraç, damga resmi, tapu harçları gibi çeşitli vergilerle genişletilmiştir. Ancak bu vergilendirme düzeni, toplumda büyük bir eşitsizlik yaratmıştır. Özellikle Müslüman halk ile gayrimüslimler arasında eşitlik sağlama amacıyla atılan adımların uygulamada çifte standarda dönüşmesi, vergi sistemini bir toplumsal huzursuzluk alanına çevirmiştir.
Tanzimat sonrasında Batı tarzı bir bütçe sistemi oluşturulmaya çalışılmıştır. 1863 yılında çıkarılan Muhasebat Nizamnamesi, modern maliye bürokrasisinin temelini oluşturmuş, devlet gelir ve giderlerinin kayıt altına alınması amaçlanmıştır. Ancak bu teknik gelişmeye rağmen kamu maliyesi, temel yapısal sorunlarını çözememiştir. Devletin artan askerî ve idarî harcamaları, özellikle donanma ve modern ordu kurulması için yapılan büyük yatırımlar, eğitim ve sağlık alanında oluşturulmaya çalışılan yeni kurumlar kamu giderlerini dramatik biçimde artırmıştır. Bu giderleri karşılayacak bir iç kaynak oluşturulamadığı için çözüm, büyük ölçüde dış borçlanma yoluyla aranmıştır. Osmanlı, 1854 yılında Kırım Savaşı sırasında ilk dış borcunu aldıktan sonra, bu borçlanma süreci giderek kronikleşmiş; 1875’te mali iflas ilan edilmiş ve 1881’de kurulan Düyûn-ı Umûmiye İdaresi ile mali egemenlik büyük ölçüde kaybedilmiştir.
Düyûn-ı Umûmiye İdaresi, başta aşar vergisi olmak üzere birçok dolaylı vergi gelirini doğrudan kendisi toplamış, bu vergileri Avrupalı alacaklılara aktarmakla yükümlü kılınmıştır. Bu yapı, Osmanlı Devleti’nin doğrudan gelir kaynaklarının önemli bir kısmının yabancı bir kurumun denetimine geçmesi anlamına gelmiş; mali sistemin uluslararası bir vesayet altına alınmasına neden olmuştur. Bunun yanı sıra iç borçlanma ve para arzı yoluyla finansman sağlanmaya çalışılmış, ancak bu da enflasyonist baskıları artırmış ve paranın değer kaybetmesine yol açmıştır. Bu süreçte, kaime adı verilen kâğıt para uygulaması başlatılmışsa da, kamuoyunda bu paralara duyulan güvensizlik nedeniyle tedavül ömrü sınırlı olmuştur.
Osmanlı kamu harcamaları içinde en büyük kalemlerden birini askerî harcamalar oluşturmuştur. XIX. yüzyılda ordunun modernleştirilmesi çabaları, donanma inşası ve savaşların getirdiği maliyetler, bütçe üzerindeki baskıyı artırmıştır. İkinci önemli kalem ise dış borç ödemeleri olmuştur. Özellikle 1881 sonrasında bu ödemeler, Düyûn-ı Umûmiye eliyle doğrudan alacaklılara yönlendirilmiş; Osmanlı maliyesi, iç ihtiyaçlarını karşılamaktan çok, dış yükümlülükleri yerine getirmekle meşgul hâle gelmiştir. Eğitim, sağlık ve bayındırlık gibi kamu hizmetlerine ayrılan kaynaklar ise oldukça sınırlı kalmış; devletin “hizmet devleti” olma kapasitesi ciddi biçimde zayıflamıştır.
Vergi sisteminin modernleştirilmesi adına bazı girişimler olsa da, bu çabalar genellikle teknik düzeyde kalmış; yapısal reformlar hayata geçirilememiştir. Özellikle servet üzerinden doğrudan vergilendirme neredeyse hiç uygulanmamış; gelir dağılımındaki eşitsizlikler daha da derinleşmiştir. Devletin gelirleri ağırlıklı olarak dar gelirli halktan, dolaylı vergiler yoluyla toplanırken; büyük toprak sahipleri, tüccar ve sermaye sahipleri bu yükün dışında kalmıştır. Böylece mali sistem, hem ekonomik büyümeyi destekleyememiş hem de toplumsal adaleti sağlayamamıştır.
Özetle ifade etmek gerekirse, Osmanlı Devleti’nin son döneminde vergi yapısı adaletsiz, karmaşık ve köylü sınıfı üzerinde baskı kuran bir mahiyet taşımaktaydı. Kamu gelirleri, temel olarak aşar ve diğer dolaylı vergilere dayalıydı; kamu giderleri ise özellikle askerî harcamalar ve dış borç ödemeleri nedeniyle yüksek seyretmekteydi. Bu dengesizlik, devletin mali özerkliğini zayıflatmış, Düyûn-ı Umûmiye gibi yapıların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Dolayısıyla kamu maliyesi, hem yapısal olarak dengesiz hem de egemenlik açısından kırılgan bir temele oturmuş; bu durum, Osmanlı Devleti’nin ekonomik çöküşünün en temel sebeplerinden biri olmuştur.
Sermaye birikimi hangi yollarla sağlanmaktaydı?
Osmanlı Devleti’nin son döneminde sermaye birikimi, klasik anlamda sanayileşmeye dayalı içsel ve kurumsallaşmış birikim süreçlerinden çok, dış ticaretin genişlemesi, tarım ürünlerinin ticarileşmesi, gayrimüslim ve yabancı sermaye çevrelerinin faaliyetleri ve devletin belirli zümrelere sağladığı imtiyazlar yoluyla şekillenmiştir. Bu dönem sermaye birikimi, sınıfsal bir temele dayalı kapitalist dönüşüm süreçlerinin yaşandığı Batı Avrupa modellerinden farklı olarak, devletin yoğun müdahalesiyle, dışa bağımlı koşullarda ve oldukça dengesiz bir şekilde ilerlemiştir. Sermaye birikiminin niteliği, imparatorluğun sosyo-ekonomik yapısı, dış baskılar ve sınıfsal farklılıklarla doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla bu dönemde sermaye birikimi hem yapısal olarak zayıf, hem de mülkiyet ve tasarruf araçları açısından belli başlı sınıflar ile dış aktörlerin tekelinde gerçekleşmiştir.
Sermaye birikiminin en temel kaynaklarından biri, dış ticaretten elde edilen kazançlardır. Özellikle liman şehirlerinde faaliyet gösteren tüccar sınıfı, dış piyasalara yönelik tarım ve hammadde ürünlerinin ihracatından önemli kârlar elde etmiştir. Bu sınıf çoğunlukla gayrimüslim Osmanlı tebaasından oluşmakta ve Avrupa sermayesiyle doğrudan ilişki kurabilmekteydi. Tütün, pamuk, kuru meyve, afyon gibi ticari ürünler üzerine inşa edilen ihracat odaklı birikim süreci, bu tüccar sınıfının ekonomik gücünü pekiştirmiştir. Ancak bu birikim süreci büyük ölçüde dış piyasa taleplerine bağımlıydı ve ihracat gelirleri çoğunlukla üretici köylüye yansımadan, aracı ve ihracatçı tüccar katmanında yoğunlaşmaktaydı. Bu, üretim ile birikim arasındaki kopukluğun en temel göstergelerinden biridir.
İkinci bir kaynak, mülkiyet temelli zenginleşme ve büyük toprak sahipliği olmuştur. Tanzimat’tan sonra çıkarılan 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi ile toprak mülkiyeti ilk kez bireylerin tasarrufuna açılmış, bu da geniş toprakların bazı zümrelerin elinde toplanmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle taşra elitleri, eski ayanlar, yerel bürokratlar ve şehirli zenginler bu süreci lehlerine kullanarak toprak birikimi üzerinden servetlerini artırmışlardır. Bu toprak sahipleri çoğu zaman köylü emeğini düşük bedelle çalıştırmakta, elde ettikleri ürünleri iç ve dış piyasalarda satarak sermaye biriktirmekteydi. Ancak bu servet birikimi üretim araçlarına yapılan yatırım yoluyla değil, çoğunlukla statik mülkiyet ve rant geliri üzerinden sağlanmaktaydı. Yani klasik anlamda üretken sermaye dönüşümünden çok, tüketim ve statü odaklı bir birikim biçimi hâkimdi.
Üçüncü birikim yolu, kapitülasyonlarla desteklenmiş olan yabancı sermaye yatırımlarıdır. Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren Fransız, İngiliz, Alman ve İtalyan şirketleri, demiryolu, maden, liman, elektrik ve su dağıtımı gibi alanlarda büyük imtiyazlar elde etmişlerdir. Bu yatırımlar, teknik olarak altyapıyı geliştirse de, yaratılan gelir ve sermaye birikimi büyük ölçüde yabancı şirketlerin merkezlerine aktarılmıştır. Bu şirketler çoğu zaman Osmanlı piyasasındaki hâkim konumlarını kullanarak yerli girişimcileri sistem dışına itmiş, sermaye birikiminin yerli bir sınıf içinde oluşmasını engellemiştir. Ayrıca bu şirketlerin sağladığı finansal kârlar genellikle yerli ekonomiye geri dönmemiş, dış sermaye birikimine hizmet etmiştir. Böylece yabancı yatırımcılar, Osmanlı ekonomisinin yapısal bağımlılığını pekiştiren ama yerli sermaye birikimini engelleyen bir işlev görmüşlerdir.
Dördüncü bir birikim kaynağı, devletin verdiği imtiyazlar, bayilikler ve kamu ihaleleridir. Özellikle II. Abdülhamid döneminden itibaren bazı Müslüman Osmanlı tebaasına ekonomik ayrıcalıklar tanınarak, yerli ve millî bir sermaye sınıfı yaratılmaya çalışılmıştır. Bu politika, daha sistematik biçimde İttihat ve Terakki döneminde “millî iktisat” adı altında yürütülmüş; banka kredileri, teşvikler, gümrük kolaylıkları, kamu ihaleleri aracılığıyla Müslüman-Türk zümrenin zenginleşmesi hedeflenmiştir. Ancak bu tür destekler çoğunlukla belirli siyasal bağlantıları olan kişi ve çevrelere yönelmiş; böylece devlet bağlantılı sermaye birikimi, üretkenlikten çok siyasî yakınlık üzerinden gerçekleşmiştir. Bu durum, özel sermayenin kurumsallaşmasını engellemiş; yatırım kültürü yerine himaye ve rant ekonomisi zihniyetini beslemiştir.
Beşinci olarak, bankacılık sistemi üzerinden oluşan finansal sermaye, özellikle gayrimüslim ve yabancı unsurların denetiminde gelişmiştir. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Galata bankerleri, Düyûn-ı Umûmiye İdaresi ve Osmanlı Bankası gibi finansal kurumlar, para piyasasının kontrolünü ellerinde tutmuşlardır. Bu finansal çevreler, faiz geliri ve borçlanma yoluyla büyük birikim elde etmiş; ancak bu sermaye çoğunlukla üretime değil, ticaret, tüketim ve devlet borçlanmasına yönelmiştir. Ayrıca bu bankacılık sistemi, yerli ve Müslüman girişimciler için ulaşılmaz ya da pahalı bir kaynak olmaktan öteye gidememiştir. Osmanlı Bankası gibi kurumlar, Batı Avrupa sermayesinin Osmanlı iç maliyesi üzerindeki kontrolünü pekiştirmiş; dolayısıyla finansal sermaye birikimi de büyük ölçüde dış merkezli kalmıştır.
Savaş ekonomileri ve olağanüstü durumlar da bazı zümreler için birikim fırsatı yaratmıştır. Özellikle Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı yıllarında, devletin kontrol altına aldığı tedarik, ulaştırma, gıda ve silah alanlarında faaliyet gösteren tüccar ve girişimciler, kıtlık koşullarından faydalanarak servetlerini artırmışlardır. Aynı dönemde karaborsa faaliyetleri, zorunlu alım politikaları ve karne uygulamaları gibi mekanizmalar, üretici ya da tüccar olmayan kesimlerin dahi spekülatif kazanç elde etmesini mümkün kılmıştır. Bu da üretken olmayan ve büyük ölçüde fırsatçılığa dayalı bir sermaye birikimi dinamiğini beraberinde getirmiştir. Osmanlı’nın son dönemindeki sermaye birikimi; üretken yatırımlardan çok dış ticaret aracılığıyla gerçekleşen kâr transferlerine, büyük toprak rantlarına, yabancı sermaye faaliyetlerine, devlet imtiyazlarına ve finansal spekülasyonlara dayanmaktadır. Bu durum, modern kapitalizmin gerektirdiği türde bir girişimci sınıfın oluşmasını engellemiş; ekonomik bağımsızlık ve kurumsal bir burjuvazinin gelişimi açısından büyük bir engel teşkil etmiştir. Sermaye birikimi, hem sınıfsal hem de kurumsal olarak dışa bağımlı, içsel olarak ise güvencesiz, parçalı ve istikrarsız bir karaktere sahiptir. Bu nedenle Cumhuriyet döneminde izlenecek devletçi ve planlı kalkınma modellerinin gerekçesi, büyük ölçüde bu yapısal eksiklikler üzerine inşa edilmiştir.