Öğle vaktiyle uyanılmaz ya, ama biz bugün bir sarsıntıyla uyandık—gözlerimiz açıktı zaten, ama içimiz hâlâ uykudaydı. Bu şehirde, bu toprakta, uyanmak artık bir iç kırılma. Bugün yer biraz daha derininden oynadı. İstanbul, gün ortasında titredi. İnsanlar yine sokağa döküldü, yüzlerinde alışkın olduğumuz ama hiçbir zaman kabullenemediğimiz o panik, o şaşkınlık…
Ama beni en çok şaşırtan ne yerin sarsılması, ne de camdan atlayanlar. Asıl sarsıntı, her şeyin bir kez daha aynı kalmasıydı.
Biz ölmeye alıştık. Yaşamak öğretilmedi bu ülkede. Sürekli bir bekleyişin içinde yaşıyoruz. Bir kıyamet beklentisi, bir suskunluk sonrası çığlık. Herkes korkuyla ama çaresizlikle bakıyor birbirine. Binalar yine eğildi, bazıları çatladı belki, bazıları düşecek bir sonraki sarsıntıda. Ve biz yine bekleyeceğiz. Çünkü bu ülkede insanlar değil, ihmaller gömülür toprağa.
Çocuklar yeniden okullarda korunmaya çalıştı. Kadınlar pencerelere koştu. Yaşlılar bastonlarını unutup merdivenlere yöneldi. Sonra herkes birbirine “geçmiş olsun” dedi. Ne tuhaf bir kalıp bu. Her seferinde geçmişe sığınarak bugünü örtmeye çalışıyoruz. Oysa her şey daha yeni oluyor. Daha dün uyarmışlardı, daha geçen ay açıklamalar yapılmıştı. Ama biz her şeyin “geçmiş” olmasını bekleyen bir halkız.
İstanbul sadece fay hatlarının değil, suskunlukların, unutmaların ve alışkanlıkların da üzerinde oturuyor. Ve en büyük yıkım, unutmaya alışmamız. O yüzden bugün, sarsıntının büyüklüğünden çok, insanın küçüklüğüyle sarsıldım.
Bir yerlerde hâlâ çocuklar duvar dibinde saklanmayı öğreniyor. Bir yerlerde insanlar hâlâ kolonların kesildiğini fısıldıyor. Ve bir yerlerde, biz hâlâ hiçbir şey olmamış gibi devam ediyoruz.
Yaşamak bir başkaldırıydı. Biz ise çoktan teslim olmuşuz.