
Geniş bozkırlarla çölün kesiştiği, kadim İpek Yolu'nun geçtiği Doğu Türkistan toprakları, yüzyıllardır Türk halklarının vatanı olmuştur.
Doğu Türkistan, yaklaşık 1.8 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle son derece geniş bir coğrafyayı kaplar. Taklamakan Çölü’nden Tanrı Dağları’nın zirvelerine, kurak bozkırlardan verimli vaha kentlerine uzanan bu topraklar, tarih boyunca bir medeniyetler kavşağı olmuştur. Bugün bölgede yaklaşık 25 milyon insan yaşamaktadır; bunun yarıdan fazlasını Uygur Türkleri oluştururken, Kazak, Kırgız, Özbek, Tatar gibi diğer Türk halkları ve son iki yüzyılda yerleşen Han Çinlileri de önemli nüfus gruplarıdır. Yeraltı kaynakları bakımından da zengindir: Petrol, doğalgaz, kömür ve uranyum yatakları; ayrıca pamuk başta olmak üzere tarım ürünleri, Çin ekonomisi için stratejik önemdedir. Konum olarak Orta Asya’nın kalbinde yer alması, günümüzde Çin’in "Kuşak ve Yol" inisiyatifinde kilit bir transit bölge haline gelmesi, Doğu Türkistan’ı jeopolitik açıdan vazgeçilmez kılmaktadır. Bu nedenle, Pekin yönetimi bölge üzerindeki hakimiyetini hep bir "beka meselesi" olarak görmüştür.
Bugün Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içinde “Sincan Uygur Özerk Bölgesi” olarak anılan bu coğrafya, Türk ve Müslüman kimliğini taşıyan Uygur, Kazak, Kırgız gibi halkların ata yurdudur. Ne var ki, tarihi boyunca stratejik konumu ve zenginlikleriyle dikkat çeken Doğu Türkistan, farklı dönemlerde dış güçlerin egemenlik ve asimilasyon politikalarına maruz kalmıştır. Özellikle son birkaç yüzyılda bölgeye hâkim olan Çin yönetimleri, burada yaşayan Türk topluluklarının dilini, dinini ve kültürünü baskı altına alarak bölgeyi “Türksüzleştirme” hedefi güden sistematik bir politika izlemiştir.
Bu yazıda Doğu Türkistan'da geçmişten günümüze sürdürülen bu baskı ve asimilasyon politikalarını, ne Amerikan propagandasının abartılarına kapılarak ne de Çin'in resmi söylemindeki inkârcı yaklaşıma kanarak, bir Türkiye Türkü gözüyle ele almaya çalışacağız. Amaç, tarihi gerçekler ışığında Doğu Türkistan halkının maruz kaldığı zulmü soğukkanlı fakat duyarlı bir üslupla ortaya koymak ve kamuoyunu bilinçlendirmektir. Doğu Türkistan meselesi, yalnızca Çin ile Batı arasındaki bir propaganda savaşı değildir; aksine milyonlarca insanın temel hak ve özgürlüklerinin sistematik olarak ihlal edildiği, kültürel bir yok oluş tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı insani bir dramdır. Biz Türkiye Türkleri için, Uygur Türkleri ve diğer Doğu Türkistan halkları uzak akrabalarımız, kardeşlerimizdir; dolayısıyla onların acısı bizim de acımızdır. Bu hassasiyetle, konuyu tarihsel bir perspektifle ele alarak objektif bir anlatım sunmaya çalışacağız.
Doğu Türkistan'ın Çin egemenliğine geçmeden önceki tarihine baktığımızda, bölgenin büyük kısmında Türk kökenli devlet ve toplulukların hâkim olduğunu görürüz. Orta Asya’nın bu parçası, yüzyıllar boyunca Göktürkler’den Karahanlılar’a, Timur İmparatorluğu’ndan çeşitli hanlıklara kadar pek çok Türk ve Müslüman devletin hüküm sürdüğü bir coğrafyaydı. Bölgenin yerli halkları olan Uygur ve diğer Türk toplulukları, tarih boyunca komşu uygarlıklarla ticaret yapmış, İslam medeniyetinin önemli bir parçası haline gelmişlerdi. Çin ile ilişkiler ise dönem dönem çatışmalar ve kısa süreli hakimiyetlerle sınırlı kalmıştı; hiçbir zaman kalıcı ve bütüncül bir Çin yönetimi tesis edilememişti. Ta ki 18. yüzyıla gelinene dek.
1750’li yıllarda Çin'de hüküm süren Mançu kökenli Qing hanedanı, batıya doğru genişleyerek Doğu Türkistan’ı istilaya girişti. 1758 yılında Qing orduları Doğu Türkistan’ı tamamen ele geçirdiğinde, bölgenin yerli halkları bu yeni egemenliği kabullenmek zorunda kaldı. Qing yönetimi başlangıçta bölgeyi doğrudan Çin’in bir parçası gibi yönetmek yerine, yerel beyleri ve ileri gelenleri kullanarak dolaylı bir idare kurmaya çalıştı. Amaç, olası isyanları önlemek için yerel unsurları idareye ortak etmekti. Ancak bu “birlikte yönetim” görüntüsü altında dahi, Çin’in bölgedeki nüfuzunu pekiştirme ve halkı merkezileştirme hedefi yatıyordu. Nitekim Qing imparatorları, Doğu Türkistan'ı imparatorluğun “Yeni Sınır”ı olarak görüyordu; zaten “Xinjiang” adı da Çince “Yeni Toprak” anlamına geliyordu ve bu isim 1884’te bölge resmi bir eyalet haline getirildiğinde resmen kullanılmaya başlandı. Bu adlandırma bile, Çin’in bölgeyi kendi topraklarına yeni kattığı bir sınır bölgesi olarak algıladığını gösteriyordu.
Qing idaresi altında Doğu Türkistan halkı ağır vergiler, zorunlu göçler ve kültürel tahakkümle tanıştı. 18. yüzyılın sonunda Qing yönetimi, bölgenin kuzeyindeki bozkırlarda o dönemde hüküm süren ve Türk olmayan bir halk olan Dzungar (Cungar) Kağanlığı’nı askeri seferlerle ortadan kaldırdı. Dzungarların büyük kısmı kıyıma uğratılırken, Qing yönetimi bu topraklara sadık kalacağını umduğu Uygur ve diğer Türk boylarını yerleştirmeye başladı. Böylece bir yandan Doğu Türkistan’ın güneyindeki yerleşik Türk-Müslüman nüfus kuzeye doğru genişletiliyor, diğer yandan Çin’in bölgedeki egemenliği demografik olarak güçlendirilmek isteniyordu. Bununla birlikte Qing, iç bölgelerden Han Çinlisi nüfusu Doğu Türkistan’a kitlesel olarak yerleştirme konusunda başlangıçta temkinli davrandı; denediği bazı iskân girişimleri, bölgenin zorlu koşulları nedeniyle başarısız oldu ve göçmenlerin bir kısmı geri döndü. Yine de Qing döneminde bile, az sayıda da olsa Çinli memurlar, askerler ve ticaret kolonileri aracılığıyla bölgeye Han varlığı nüfuz etmeye başlamıştı.
19.yüzyıla gelindiğinde Qing hakimiyeti çeşitli isyanlarla sarsıldı. 1860’larda Qing’in zayıflamasını fırsat bilen Yakup Beg adlı bir Orta Asyalı lider, bölgedeki karışıklıktan yararlanarak Kaşgar merkezli bir İslami devlet kurdu. Yakup Beg, Doğu Türkistan’ın büyük bölümünde bir süre bağımsız bir emirlik şeklinde yönetim sürdürdü ve Osmanlı Devleti de dahil olmak üzere bazı dış güçlerle diplomatik ilişkiler kurdu. Ancak bu bağımsızlık girişimi uzun ömürlü olmadı; Qing orduları 1877’de Yakup Beg’in devletini yenilgiye uğratarak bölgeyi tekrar kontrol altına aldı. İşte bu zaferden sonra Qing yönetimi, 1884’te Doğu Türkistan’ı resmen “Xinjiang” adıyla bir eyalet yaptı. Bu idari değişiklik, bölgenin Çin’in ayrılmaz bir parçası haline getirildiği mesajını taşıyordu. Yine de gerçekte, merkeze uzaklığı ve halkının farklı etnik-kültürel yapısı nedeniyle, Qing idaresi istikrarlı bir kontrol sağlamakta zorlanıyordu.
1911’de Qing hanedanı yıkılıp Çin’de cumhuriyet dönemi başladığında, Doğu Türkistan’daki Çin egemenliği de ciddi bir sarsıntı geçirdi. Merkezi otoritenin zayıflamasıyla birlikte, bölge fiilen yarı bağımsız bir yönetime kavuştu. Çin’in yeni Cumhuriyet hükümeti yıllarca süren bir iç savaş ve savaş ağaları dönemi yaşarken, Doğu Türkistan’da da farklı güç odakları ortaya çıktı. İlk başta Qing döneminden kalma idareciler bölgeyi tutmaya çalıştıysa da, yerel Türk ve Müslüman ileri gelenler bağımsızlık isteklerini açıkça dile getirmeye başladılar. 1930’lara gelindiğinde, Çin’in atadığı valilerin baskıcı politikaları karşısında Uygur, Kırgız ve bölgede yaşayan Hui (Çinli Müslüman) halkı defalarca ayaklandı. Özellikle 1931’de patlak veren Kumul Ayaklanması, Çin yönetimine karşı geniş çaplı bir isyan hareketiydi. Bu isyan neticesinde 1933 yılında Kaşgar’da “Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti” adıyla bağımsız bir devlet ilan edildi. Bu yeni cumhuriyetin kurulması Doğu Türkistan tarihinde bir dönüm noktasıydı; zira “Doğu Türkistan” kavramı tarihin çoğu boyunca sırf coğrafi bir tanım olarak kullanılmışken, ilk kez açık bir siyasi bağımsızlık iddiasıyla dünyaya duyurulmuş oluyordu. Ancak bu cumhuriyetin ömrü çok kısa oldu: Çinli bir savaş ağası olan Sheng Shicai, Sovyetler Birliği'nin de yardımıyla 1934'te Kaşgar’daki bu yönetimi kanlı bir şekilde ortadan kaldırdı.
Sheng Shicai, Doğu Türkistan’ın idaresini ele geçirdikten sonra Sovyetler Birliği ile yakın işbirliği kurdu ve 1934-1944 yılları arasında bölgeyi demir yumrukla yönetti. Onun döneminde kısmi bir istikrar sağlanır gibi olduysa da, Türk ve Müslüman halk üzerindeki baskılar devam etti. Sheng Shicai başlangıçta Sovyet yanlısı bir politika izlerken, II. Dünya Savaşı sırasında ani bir taraf değişikliğiyle Çin milliyetçisi Kuomintang (KMT) hükümetine sadakat ilan etti. Bu gelişme, Sovyetler Birliği’nin tepkisini çekti ve Sovyetler, Sheng Shicai’ye karşı Doğu Türkistan’daki etnik azınlıkları desteklemeye başladı. Sonuçta 1944 yılında, İli ve çevresindeki kuzey bölgelerinde yeni bir isyan dalgası yükseldi. Bu isyan kısa sürede başarıya ulaştı ve Kasım 1944’te Gulca şehrinde ikinci bir Doğu Türkistan Cumhuriyeti ilan edildi. Bu cumhuriyet, Sovyetler Birliği’nin nüfuz alanında, üç vilayetten oluşan fiili bir özerk yönetim şeklindeydi. Aynı anda bölgenin güneyi ve doğusu ise Çin’in merkezi hükümetine bağlı kuvvetlerin kontrolündeydi. II. Dünya Savaşı sonrası kaotik ortam içinde Doğu Türkistan’ın kuzeyinde fiilen bağımsız olan bu yönetim, halk arasında büyük bir umut yaratmıştı. Birçok Doğu Türkistanlı, tam bağımsızlık hayalinin gerçek olabileceğine inanıyordu.
Ne var ki, bu ümitvar tablo da uzun sürmedi. 1949 yılına gelindiğinde Çin’de tarihi bir iktidar değişikliği yaşandı: Mao Zedong liderliğindeki Çin Komünist Partisi, Çin iç savaşını kazanarak ülke genelinde kontrolü ele geçirdi ve Ekim 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurdu. Komünist devrimin zaferi, Doğu Türkistan için yeni ve belirsiz bir dönemin habercisiydi. Gulca’daki Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin lider kadrosu, Komünistlerle uzlaşmak ve geleceği müzakere etmek üzere Ağustos 1949’da Pekin’e davet edildi. Ancak bu liderleri taşıyan uçağın gizemli bir şekilde düşmesi sonucunda hepsi hayatını kaybetti. Uçağın düşme nedeni resmi olarak bir kaza şeklinde açıklansa da, bu olay tarihe karanlık bir şüphe olarak geçti; birçok Doğu Türkistanlı, bunun yeni yönetimin planlı bir tasfiyesi olduğuna inandı. Liderlerinden mahrum kalan Doğu Türkistan Cumhuriyeti ise Komünist Çin ordusunun ilerleyişi karşısında direnemeyerek dağıldı.
Bu sırada Doğu Türkistan’ın kuzeyindeki Altay bölgesinde, yıllardır süren Kazak direniş hareketi de son bir gayret gösteriyordu. Liderleri Ospan Batır, önce Çin Milliyetçi hükümetine, ardından Komünistlere karşı bağımsızlık mücadelesi vermiş, dağlarda gerilla savaşı yürütmüştü. Ancak 1951 baharında Ospan Batır da yakalanarak infaz edildi. Böylece Doğu Türkistan toprakları 1949’un sonlarında tamamen Çin Komünist yönetiminin kontrolüne girdi. Mao yönetimi, Sovyetler Birliği ile de anlaşarak bölgenin Çin’e bağlandığını uluslararası alanda tescil ettirdi. Yeni iktidar, yerel halka başlangıçta “öz yönetim” ve eşitlik vaatlerinde bulundu. 1955’te bölgenin adı resmi olarak “Sincan Uygur Özerk Bölgesi” ilan edildi; kâğıt üzerinde Uygur Türklerine ve diğer azınlıklara özerk yönetim hakkı tanınmıştı. Ancak bu özerklik büyük ölçüde göstermelik kaldı. Pekin hükümeti, stratejik ve jeopolitik önem taşıyan bu geniş toprak parçasını sıkı kontrol altında tutmak istiyordu. Bunun için hem askeri hem idari kadroları çoğunlukla Han Çinlilerinden atadı. Her ne kadar vitrin olarak bazı yerel yöneticilere görev unvanları verilse de (örneğin Uygur siyasetçi Seyfettin Ezizi özerk bölgenin ilk başkanı olarak ilan edildi), asıl karar mercii Pekin’den atanan parti sekreterleri ve askeri komutanlardı. Bunun yanı sıra bölgede demografik dengeleri değiştirmeye yönelik adımlar attı.
1950’ler ve 1960’lar boyunca Çin merkezi hükümeti, Doğu Türkistan’a büyük çaplı Han Çinli göçmen akışı teşvik etti. Bu amaçla “Üretim ve İnşaat Birlikleri” (bölgedeki bilinen adıyla Bingtuan) kurularak, binlerce Çinli eski asker ve gönüllü, tarım arazileri işletmek ve altyapı kurmak üzere bölgeye yerleştirildi. Devlet desteğiyle kurulan bu koloniler, bir yandan tarım ve sanayi faaliyetlerinde bulunuyor, diğer yandan da adeta birer garnizon gibi görev yaparak olası huzursuzlukları bastırmada rol alıyordu. Han göçmenlerin gelişiyle birlikte, 1940’larda nüfusun küçük bir azınlığını oluşturan Çinliler, zamanla şehirlerde belirgin bir topluluk haline geldiler. 1949’da toplam nüfusun %5’inden azını oluşturan Han varlığı, birkaç on yıl içinde hızla arttı; öyle ki bazı şehir merkezlerinde Uygurlar kendi vatanlarında azınlık durumuna düşmeye başladı. Bu demografik dönüşüm, Türk ve Müslüman halkın endişeyle izlediği bir gelişmeydi. Zira kendi topraklarında yabancı konuma gelmek ve idari kadrolarda Hanların mutlak hâkimiyeti altına girmek tehdidiyle karşı karşıya kalmışlardı.
Çin Komünist Partisi yönetimi, Doğu Türkistan’da sadece nüfus yapısını değil, toplumsal ve kültürel yaşamı da dönüştürme hedefi güdüyordu. Sosyalist ideoloji doğrultusunda, özel mülkiyetin kaldırılması ve tarımın kolektifleştirilmesi gibi politikalar, bölgede geleneksel yaşam biçimini derinden sarstı. Türkistan köylüleri ve göçebe hayvancılıkla uğraşanlar, devletin kooperatif çiftliklerine katılmaya zorlandı. 1958’de başlatılan “Büyük İleri Atılım” kampanyası, tüm Çin’de olduğu gibi Doğu Türkistan’da da bir ekonomik kaosa ve büyük bir kıtlığa yol açtı. Çin genelinde milyonlarca insanın ölümüne sebep olan kıtlık, Uygur ve Kazak köylülerini de vurdu; binlerce aile yiyecek bulamaz hale geldi. Devlet, yeterli üretim yapılmadığı gerekçesiyle sert tedbirler alırken, aslında ideolojik bir hırs uğruna halkın temel ihtiyaçları göz ardı edilmişti. Bu dönemde binlerce Doğu Türkistanlı, özellikle Kazak ve diğer göçebe halklardan insanlar, açlık ve baskıdan kaçmak için Sovyet sınırını geçerek Kazakistan tarafına sığınmaya çalıştı. 1962 yılında on binlerce kişinin sınırı geçmesiyle sonuçlanan kitlesel göç dalgası, Pekin yönetimini alarma geçirdi. Bu olay, Çin’in bölgedeki kontrol politikalarının ilk büyük çatlaklarından biriydi.
Ardından 1966’da başlayan Kültür Devrimi, Doğu Türkistan halkı için adeta bir kültürel felaket oldu. Mao Zedong’un başlattığı bu radikal hareket, ülke genelinde “eski” olarak görülen ne varsa yıkmayı hedefliyordu: Geleneksel inançlar, dinler, örf ve adetler, kültürel miras unsurları acımasızca saldırıya uğradı. Çin genelinde tapınaklar, tarihi eserler tahrip edilirken, Doğu Türkistan’da da camiler, türbeler, el yazması Kur’an-ı Kerimler ve kültürel simgeler hedef alındı. Devrim Muhafızı olarak örgütlenen fanatik gençlik grupları, Uygur ve Kazak köylerine inerek halkı zorla “devrimci” ritüellere katılmaya zorladı. Bu süreçte pek çok dini lider, aydın ve kanaat önderi “gerici” veya “bölücü” ilan edilerek hapse atıldı, işkenceye uğradı ya da idam edildi. Halkın ibadet etmesi, dilini ve geleneklerini ifade etmesi yasaklandı. Hatta insanların evlerinde Kur’an bulundurması bile ağır suç sayıldı. On yıllardır ibadete açık olan binlerce cami kapatıldı veya ahır, depo gibi amaçlarla kullanıldı; bazıları tamamen yıkıldı. İslam inancının gereği olan pek çok pratik alenen aşağılandı; örneğin Uygurların oruç tutması, kadınların başörtüsü takması, erkeklerin sakal bırakması gibi davranışlar “feodal alışkanlık” diye küçümsenerek engellendi. Kültür Devrimi sonuna gelindiğinde, Doğu Türkistan’ın Türk-İslam kimliği çok ağır bir darbe almış, adeta toplumsal bir travma yaşanmıştı. Ancak buna rağmen halk, içten içe kimliğini korumanın yollarını aradı ve Çin’in bu zoraki asimilasyonuna karşı direncini tamamen yitirmedi.
1976’da Mao’nun ölümünün ve Kültür Devrimi’nin sona ermesinin ardından, Çin genelinde nispi bir normalleşme ve reform dönemi başladı. İktidara gelen Deng Xiaoping ve reformcu kadro, ekonomik açılım politikaları izlerken, etnik azınlıklara yönelik baskılarda da görece bir gevşeme dönemine girdiler. 1980’lerde Doğu Türkistan’da yaşayan Uygurlar ve diğer Türk halkları, uzun bir aradan sonra bazı kültürel haklarına kısmen yeniden kavuşmaya başladılar. Kapatılan camilerin bir kısmı yeniden ibadete açıldı, dini bayramların kutlanmasına belirli ölçülerde izin verildi. Uygur Türkçesi eğitim dili olarak okullarda kullanılmaya devam etti; Uygur edebiyatı ve sanatı alenen olmasa bile kısmen canlanma imkânı buldu. Bu dönemde Uygur aydınları ve yazarları, geçmişte yaşananları anma ve kültürü ihya çabalarına giriştiler. Çin yönetimi, Mao döneminin aşırılıklarının yarattığı tahribatı tamir etmeye çalışırken, bir yandan da etnik siyaset konusunda temkinli bir denge güdüyordu. Özellikle Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgali ve İran İslam Devrimi gibi yakın coğrafyadaki gelişmeler, Pekin’i Doğu Türkistan konusunda daha dikkatli olmaya itiyordu. Aşırı baskının İslami radikalizmi tetikleyebileceğinden çekinen yönetim, o yıllarda en azından görünürde “azınlıkların kardeşçe bir arada yaşadığı” bir propaganda söylemini benimsedi. Ancak bu görece yumuşama dönemi, Doğu Türkistanlıların tam manasıyla özgür olduğu anlamına gelmiyordu.
Öte yandan, Çin devletinin Doğu Türkistan'da yürüttüğü bazı uygulamalar da halk arasında rahatsızlık yaratmaya devam ediyordu. Bunların başında Lop Nur bölgesinde gerçekleştirilen nükleer silah denemeleri geliyordu. Çin, 1960'ların ortasından itibaren Doğu Türkistan çöllerinde atom ve hidrojen bombası testleri yapmaya başlamıştı. Bu testlerin yol açtığı radyasyon ve çevre tahribatı, bölge halkının sağlığını ciddi biçimde tehdit ediyor, ancak Pekin bu konuda şeffaf davranmıyordu. 1980'ler boyunca Uygur aydınları ve öğrencileri nükleer testlerin durdurulması için dilekçeler verdiler, hatta küçük çaplı protestolar düzenlediler. Ne var ki bu girişimler karşılık bulmadı. Çin yönetimi, stratejik silah programını Doğu Türkistan topraklarında adeta pervasızca sürdürerek, yerli halkın gözünde kendi vatanlarının bir "deney sahası" olarak görüldüğü hissiyatını pekiştirdi.
1980’lerin ikinci yarısından itibaren Pekin, azınlık politikalarında tekrar yön değiştirmeye başladı. Deng Xiaoping’in “bir ülke, birden çok kültür” anlayışı altında yürüttüğü bazı deneylerin, Han Çinli olmayan bölgelerde istenen sonucu vermediği düşünülüyordu. Doğu Türkistan’da Uygur kimliğinin canlanma emareleri göstermesi, yerel dil ve dine ilginin artması, Çin devleti nazarında potansiyel bir “bölücülük” tehlikesine işaret olarak görüldü. Nitekim 1989’da Sovyetler Birliği’ne bağlı Orta Asya cumhuriyetlerinde başlayan hareketlenme ve akabinde 1991’de bu cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını kazanması, Pekin’in endişelerini iyice artırdı.
Çin yönetimi, kuzeybatı sınırında Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan gibi bağımsız Türk devletlerinin ortaya çıkmasının Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı eğilimleri körükleyebileceğini fark etti. Gerçekten de Doğu Türkistan’da yaşayan Uygurlar arasında, komşu akraba halkların bağımsızlığı büyük bir heyecan yaratmıştı. Üniversite gençliği ve entelektüel çevrelerde, “Biz neden kendi yurdumuzda özgür değiliz?” sorusu yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. 1980’lerin sonunda Urumçi ve diğer şehirlerde zaman zaman kitlesel öğrenci protestoları görüldü; bu eylemlerde dil ve kültür haklarının korunması, Han göçüne sınır getirilmesi gibi talepler vardı. Çin devleti bu tür çıkışlara karşı tahammülsüz davrandı ve güvenlik önlemlerini yeniden sıkılaştırdı.
Soğuk Savaş sonrası döneme girerken, Doğu Türkistan’da bağımsızlık düşüncesi yeraltında filizlenmekteydi. 1990 yılının Nisan ayında, bu birikmiş huzursuzluk açık bir isyana dönüştü. Kaşgar’a yakın Barın kasabasında, bir grup Uygur genci ve dinî önder, Çin yönetiminin baskılarına karşı silahlı bir ayaklanma başlattı. Amaçları, İslami bir yönetime dayanan bağımsız bir Doğu Türkistan devleti kurmaktı. Sayıları ve teçhizatları sınırlı bu isyancılar, kısa sürede Çin güvenlik güçlerinin yoğun müdahalesiyle karşılaştılar. Barın Ayaklanması birkaç gün içinde bastırılırken, resmi kaynaklar onlarca “asi”nin öldürüldüğünü duyurdu; bölge halkı ise gerçekte yüzlerce sivilin ordu tarafından katledildiğini ileri sürüyordu. Bu olay, Çin devletinin bölgede uzun süredir gördüğü en ciddi isyan girişimiydi ve Pekin’i sertlikle karşılık vermeye yöneltti. Barın’dan sonra bütün Doğu Türkistan’da adeta bir “olağanüstü hal” havası estirildi: Köy köy ev baskınları yapıldı, daha önce radikal görüşler beslediğinden şüphelenilen binlerce kişi tutuklandı, bazıları idam edildi. 1990’ların başlarından itibaren Çin, bölgede dönem dönem tekrarlayacağı “Yıldırım Darbesi” kampanyalarının ilkini başlatmış oldu. Bu kampanyalar, suç ve terörle mücadele adı altında çok geniş güvenlik önlemlerinin uygulandığı, hızlı ve acımasız cezalandırmaların yapıldığı dönemlerdi. Doğu Türkistan’da bu konsept, genellikle Uygur kimliğine yönelik baskıyı daha da artırmanın bir aracı haline geldi.
1990’ların ortalarına gelindiğinde, Doğu Türkistan’da görece bir sükûnet hâkim gibi görünüyordu; en azından dış dünyaya yansıyan büyük çaplı isyan haberleri yoktu. Ancak bu, gerilimin sona erdiği anlamına gelmiyordu. Çin yönetimi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Orta Asya’da oluşan yeni dengeleri de fırsat bilerek, bölge üzerinde uluslararası bir tecrit politikası izlemeye başladı. 1996 yılında Çin öncülüğünde kurulan “Şanghay Beşlisi” (sonradan Şanghay İşbirliği Örgütü), Orta Asya ülkeleriyle Çin ve Rusya arasında bir güvenlik işbirliği mekanizması oluşturdu. Bu çerçevede imzalanan anlaşmalarla, üye ülkeler birbirlerinin toprak bütünlüğüne saygı duyacak ve ayrılıkçı unsurlara destek vermeyecekti. Bunun pratikteki anlamı şuydu: Kazakistan, Kırgızistan ve diğer komşu devletler, kendi sınırlarına sığınan Uygur aktivistleri barındırmamayı, Çin’e iade etmeyi taahhüt ediyordu. Böylece Doğu Türkistanlı muhalifler uluslararası arenada yalnızlaştırıldı. Pekin yönetimi ise içeride baskıyı sistematik hale getirerek olası kıpırdanışları en baştan boğma stratejisini sürdürdü.
Bu stratejiye rağmen 1997 yılı, Doğu Türkistan tarihinde bir başka kanlı baskı olayıyla anıldı. O yılın Şubat ayında, Gulca (Yining) şehrinde Uygur gençleri arasında yaygın olan ve kültürel-dini içerikli “meshrep” adı verilen toplumsal etkinliklerin yasaklanması üzerine halk sokağa döküldü. Meshrep, Uygur toplumunda geleneksel olarak ahlaki değerleri ve dayanışmayı güçlendiren, müzikli, sohbetli toplantılardı; ancak Çin makamları bunları “yasadışı bir örgütlenme” olarak damgalayıp engellemeye kalkınca gerilim tırmandı. Özellikle Ramazan ayında gerçekleştirilen bu baskılar, dini duyguları da inciterek tepkileri büyüttü. 5 Şubat 1997 günü Gulca’da binlerce kişi barışçıl bir protesto için toplandı. Güvenlik güçleri ise bu gösteriye tahammül göstermedi; kalabalığa ateş açıldığı ve orantısız şiddet kullanıldığı bildirildi. Resmi rakamlara göre olaylarda en az 9 kişi öldü, onlarcası yaralandı. Ancak Uygur kaynakları ve görgü tanıkları, ölü sayısının çok daha yüksek olduğunu, tutuklanan yüzlerce protestocunun işkenceye uğradığını aktardı. Gulca Olayı olarak anılan bu hadise sonrasında bölge genelinde tam bir gözdağı politikası uygulandı: Yüzlerce genç kayboldu ya da hapsedildi, idam cezaları hızla infaz edildi.
Aynı ay içinde, 1997 Şubat’ında Urumçi’de birkaç toplu taşıma aracına yönelik bombalı saldırılar gerçekleşti. Bu saldırılarda ölen ve yaralananlar oldu. Sorumluluğunu o dönemde bazı Uygur ayrılıkçı gruplar üstlendiği için, Çin hükümeti Gulca’daki protestolar ile bu terör eylemlerini aynı çizgide göstererek baskıyı meşrulaştırmaya çalıştı. Neticede 1997 yılı, Doğu Türkistan’da korkunun hâkim olduğu, her türlü muhalif sesin “bölücü terörist” damgasıyla susturulduğu bir dönem haline geldi.
1990’ların sonundan 2000’lerin başına uzanan yıllarda, Doğu Türkistan dışarıdan bakıldığında sanki durulmuş gibiydi. Çin hükümeti, güçlü güvenlik önlemleri sayesinde bölgede yeniden kitlesel kalkışmaların önüne geçtiğini duyuruyor, bir yandan da ekonomik kalkınma vaadiyle halkın gönlünü kazanmayı hedefliyordu. 2000 yılında başlatılan “Batı’nın Büyük Kalkınması” (Western Development) adlı ulusal program, Çin’in batı bölgelerine altyapı yatırımları ve ekonomik teşvikler getirmeyi amaçlıyordu. Bu kapsamda, Doğu Türkistan’da da otoyollar, demiryolları, petrol ve doğalgaz boru hatları inşa edildi; yeni şehirleşme projeleri başlatıldı. Kâğıt üzerinde bu kalkınma hamleleri bölge halkının refahını artıracak gibi sunulsa da, pratikte daha çok Han Çinli girişimcilerin ve dışarıdan gelen yatırımcıların işine yaradı. Uygurlar ve diğer yerliler, bu yeni ekonominin kenarına itilmiş halde kalmaya devam ediyordu. Üstelik kalkınma ile birlikte Han nüfus göçü daha da hızlandı; Urumçi başta olmak üzere pek çok şehirde demografik yapı Han çoğunluğu lehine değişti. İş piyasasında ve devlet kadrolarında Uygurlar genellikle alt sıralarda kaldı, önemli pozisyonlar yine Çinlilere ayrıldı. Tüm bunlar, dışarıdan “yatırım ve modernleşme” parıltısı ardında, içeride sessiz bir hoşnutsuzluğun birikmesine yol açtı.
Öte yandan, 11 Eylül 2001’de ABD’de gerçekleşen terör saldırılarının ardından başlayan küresel "teröre karşı savaş" atmosferi, Çin’e Doğu Türkistan’daki baskıları meşrulaştırmak için yeni bir fırsat sundu. Pekin, Uygurlar arasındaki muhalefeti uluslararası cihatçı terör tehdidinin bir parçası gibi sunmaya gayret etti. Örneğin 2002 yılında Amerika Birleşik Devletleri, Çin’in talebiyle "Doğu Türkistan İslam Hareketi" (ETİM) adlı küçük bir Uygur örgütünü terör listesine ekledi. Çin hükümeti bu ve benzeri gelişmeleri propaganda ederek, Doğu Türkistan’daki sert önlemlerini dünya kamuoyuna "El Kaide bağlantılı terörizmle mücadele" şeklinde lanse etti. Gerçekte ise o yıllarda bölgede kayda değer bir organize terör ağı bulunmuyordu; ancak bu söylem, hak ihlallerinin bir süre uluslararası tepki almadan devam etmesine zemin hazırladı.
Bu huzursuzluk patlamaya hazır bir volkan gibiydi ve 2009 yılında yeniden infilak etti. Temmuz 2009’da Doğu Türkistan’ın başkenti Urumçi’de meydana gelen olaylar, uluslararası kamuoyunun dikkatini bir kez daha bölgeye çevirdi. Olayların kıvılcımı, binlerce kilometre uzakta, Çin’in Guangdong eyaletindeki bir fabrikada yaşanan bir kavga sonucu ateşlendi. O fabrikada Uygur işçilerle Han Çinli işçiler arasında çıkan etnik gerginlikte iki Uygur genci öldürülmüştü. Bu haber, Urumçi’deki Uygur öğrenciler ve halk arasında infial yarattı. 5 Temmuz 2009’da çoğu üniversite öğrencisi ve gençlerden oluşan bir grup Uygur, Urumçi’nin merkezi meydanında toplanarak bu olayı protesto etmeye başladı. Talepleri, Guangdong’daki kavganın adil şekilde soruşturulması ve Uygur işçilere yönelik ayrımcılığın kınanmasıydı. Başlangıçta barışçıl olan bu gösteri, akşamüstüne doğru polis müdahalesiyle karşılaştı. Güvenlik güçlerinin sert tutumu, kalabalığı öfkelendirdi ve olaylar kontrolden çıktı. Bazı gruplar polis barikatlarını aşarak etraftaki Han Çinlilere ait iş yerlerine ve araçlara saldırmaya başladı.
O gece Urumçi sokakları maalesef etnik çatışmaya sahne oldu: Öfkeli Uygur kalabalıklar, rastgele karşılarına çıkan Han Çinlilere saldırırken, ertesi gün ise silahlı polis ve askerlerin müdahalesiyle durum tersine döndü; bu sefer Han milisler ve güvenlik güçleri Uygurları hedef aldı. Resmi açıklamalara göre 200 civarında insan yaşamını yitirdi, bunların çoğu Han sivillerdi. Fakat gayriresmî kaynaklar, güvenlik güçlerinin isyanı bastırırken çok sayıda Uygur göstericiyi öldürdüğünü ve olaylardan sonra yüzlercesini tutuklayıp kaybettiğini ileri sürüyordu.
Urumçi Olayları, Çin hükümeti için bir dönüm noktası oldu. Pekin, olayları dünyaya “Uygur ayrılıkçıların planlı terör saldırısı” olarak lanse etti ve bölgede güvenliği sağlamak adına radikal tedbirler alınacağını duyurdu. İlk iş olarak, Doğu Türkistan’da aylarca internet ve telefon iletişimi kesildi; dış dünyayla haberleşme neredeyse tamamen koparıldı. Binlerce ek özel harekât polisi ve asker, şehirlere konuşlandırıldı. Urumçi’nin mahalle aralarına kadar yaygın bir kontrol ağı kuruldu; devriye noktaları, kimlik kontrolleri rutin hale geldi. Olaylara sebep olduğu iddia edilen kişiler hakkında yargılamalar kapalı kapılar ardında hızla yapıldı ve idam cezaları uygulandı. Bu süreçte kaç masum insanın da cezalandırıldığı belirsizdi. Aynı zamanda, bölgenin siyasi liderliğinde değişiklik yapıldı: Doğu Türkistan’ı uzun süre yöneten katı tutumlu Parti Sekreteri Wang Lequan görevden alınarak yerine daha “yenilikçi” olarak tanıtılan Zhang Chunxian atandı. Bu değişiklik, Pekin’in yeni bir strateji arayışında olduğuna işaret ediyordu. Yeni yönetim, bir yandan ağır güvenlik önlemlerini sürdürürken, diğer yandan da “etnik uyum” ve ekonomik refah söylemini öne çıkardı. Ancak gerçekte Urumçi Olayları sonrasında Uygur toplumuna yönelik kuşku ve baskı derinleşmişti.
2010’lu yılların başında, Doğu Türkistan’da sükûnet hâkim gibi görünse de, alttan alta gerilim devam etti. Arada meydana gelen bazı şiddet olayları, örneğin 2013 yılında Pekin’de Tiananmen meydanında bir aracın kalabalığa dalması veya 2014’te Kunming şehrindeki tren istasyonunda gerçekleşen bıçaklı saldırı, Çin devleti tarafından anında “Uygur teröristlerin eylemleri” olarak duyuruldu. Bu eylemlerde Uygur kökenli failler vardı ve masum siviller hayatını kaybetmişti. Dolayısıyla Çin kamuoyunda Uygurlara yönelik korku ve öfke duygusu beslenmiş oldu. Tam da bu sıralarda Çin’in genel siyasi atmosferi de değişmekteydi: 2012’de iktidara gelen Xi Jinping (Şi Cinping), ülke genelinde otoriter kontrolü artıran, milliyetçi ve güvenlik odaklı bir yönetim tarzı benimsedi. Xi Jinping yönetimi, “büyük Çin ulusu” (Çince ifadesiyle “tek bir devlet-ulusu”) vurgusunu güçlendirerek, etnik farklılıkları azaltma söylemini sık sık dile getirmeye başladı. Bu ideolojik çerçevede, Uygurların ve diğer azınlıkların ayrı kimliklerini vurgulamak yerine, hepsinin Çin ulusunun bir parçası olarak asimile edilmesi gerektiği düşüncesi resmen telafuz edilir oldu.
2014 yılı, bu yaklaşımın somut politikalara dönüştüğü sene olarak kayıtlara geçti. Nitekim Nisan 2014’te, yukarıda bahsedilen Kunming saldırısı ve Urumçi’de meydana gelen bir intihar bombalaması gibi olayların hemen ardından, Xi Jinping Xinjiang’a (Doğu Türkistan’a) bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaret sırasında güvenlik birimlerine hitaben yaptığı konuşmalarda “teröristlere karşı acımasız olun, onlara zerre kadar merhamet göstermeyin” gibi ifadeler kullandığı biliniyor. Çok geçmeden, Mayıs 2014’te Çin yönetimi Doğu Türkistan’da yeni bir geniş çaplı “Teröre Karşı Halk Savaşı” başlattığını ilan etti. Bu kampanya, kamuoyunda “Şiddetli Terörle Mücadele için Yıldırım Kampanyası” olarak anıldı. Esasında 1990’lardan beri aralıklarla uygulanan sert tedbirlerin, çok daha kapsamlı, teknolojik ve planlı bir versiyonu devreye sokuluyordu.
2014 ve sonrasında, Doğu Türkistan adeta bir açık hava hapishanesine dönüştürülecek uygulamalara sahne oldu. Öncelikle, güvenlik teşkilatı muazzam ölçüde büyütüldü; on binlerce yeni polis ve “yardımcı polis” alımı yapıldı. Her mahalleye polis karakolları kuruldu, 7/24 devriye gezen silahlı ekipler görevlendirildi. Şehirlerin giriş çıkışlarına, pazar yerlerine, hatta köy yollarına kadar yüzlerce kontrol noktası konuldu. Bu noktalarda kimlik taraması, yüz tanıma sistemi ve cep telefonlarının dijital takibi rutine bindi. Çin devleti, ileri gözetleme teknolojilerini Doğu Türkistan’da test eder gibiydi: Yapay zekâ destekli kameralar, kalabalıkta Uygur yüz hatlarını algılayıp “alarm” verecek şekilde programlandı. Milyonlarca insanın DNA örnekleri, parmak izleri, iris taramaları zorla toplanarak dev bir biyometrik veri tabanı oluşturuldu. Vatandaşların telefonlarına, içerik taraması yapan özel bir uygulama yüklemeleri zorunlu hale getirildi; böylece kişisel yazışmalar dahi anlık olarak denetlenebiliyordu. Tüm bu Orwellvari tedbirler, resmi söylemde “istihbarata dayalı önleyici güvenlik” amacıyla yapılıyordu. Yani bir kişi suç işlemeye niyeti olmasa bile, potansiyel riskli kategorisine sokulabilir, sırf kimliği veya dini bağlılığı nedeniyle yakın takibe alınabilirdi. Nitekim 2017 yılında bölgede yapılan tutuklamaların sayısı, Çin genelinde o yıl kaydedilen tüm tutuklamaların beşte birinden fazlasını oluşturuyordu; bu son derece yüksek oran, güvenlik kampanyasının ne denli orantısız biçimde Doğu Türkistan halkını hedef aldığının bir göstergesiydi.
Ne yazık ki 2016’dan itibaren bu totaliter kontrol düzeni daha da karanlık bir boyuta ulaştı. Çin Komünist Partisi, Doğu Türkistan’daki parti sekreterliğine, daha önce Tibet’te sert yöntemleriyle ün yapmış bir isim olan Chen Quanguo’yu atadı. Chen’in gelişiyle birlikte, zaten başlamış olan “yeniden eğitim merkezleri” uygulaması muazzam ölçekte genişletildi. 2017 yılı başlarından itibaren, Doğu Türkistan genelinde binlerce Uygur, Kazak ve diğer Müslüman azınlık mensubu sebepsiz yere ortadan kaybolmaya başladı. Aileler, yakınlarının polis tarafından “eğitime” götürüldüğünü, bir süre sonra geri geleceğini belirten tebligatlar alıyordu. Ancak bu gidenler ne bir suç mahkemesi görmüş, ne de resmî bir cezaya çarptırılmış kişilerdi. Sıradan hayatlarını yaşayan insanlar, bir sabah ansızın evlerinden alınıp belirsiz bir akıbete doğru götürülüyordu. Kısa sürede anlaşıldı ki, Çin devleti “mesleki eğitim merkezi” adı altında fiilen toplama kampları kurmuş ve buralara yüz binlerce insanı kapatmaya başlamıştı. Sonraki iki yıl içinde bu kamplara kapatılanların sayısının hızla artarak yüz binleri, hatta bazı kaynaklara göre bir milyonu aştığı bildirilecekti.
Peki bu kamplar gerçekte nasıl yerlerdi? Başlangıçta bilgi sızıntısı çok azdı, zira Çin bu tesislerin varlığını bile uzun süre inkâr etti. Fakat 2017 sonlarından itibaren yurt dışına kaçabilen bazı Kazak ve Uygur kişiler, içeride yaşananları anlatmaya başladılar. Bu tanıklıklara göre, kamplarda tutulanlar herhangi bir hukuki süreç olmadan belirsiz sürelerle alıkonuluyor, dış dünya ile tüm irtibatları kesiliyordu. Koğuşlarda kalabalık gruplar halinde tutuluyor, günlük hayatları askerî bir disipline göre düzenleniyordu. Her gün Çince dil eğitimi adı altında yoğun bir propaganda programı uygulanıyor, mahkûmlar Çin Komünist Partisi’ne sadakat yemini etmeye, Xi Jinping’i öven marşlar söylemeye zorlanıyordu. Kendi dillerini konuşmaları, ibadet etmeleri kesinlikle yasaktı. Direnç gösteren veya kurallara “uymayan”lar cezalandırılıyor, tek kişilik hücrelere atılıyor, hatta işkenceye varan muamelelere maruz kalıyordu.
Bazı tanıklar, insanların “kaplan sandalyesi” denilen bir işkence aletine bağlanarak günlerce hareketsiz oturtulduğunu, elektrik şoklarına maruz bırakıldığını anlatıyordu. Kadınların ise cinsel istismar ve zorla kısırlaştırma gibi dehşet verici uygulamalara hedef oldukları ileri sürüldü. Her ne kadar Çin bunları reddetse de, bölgeden gelen demografik veriler bu iddiaları destekler nitelikteydi: 2015’ten sonra Doğu Türkistan’da nüfus artış oranı dramatik biçimde düşmüş, özellikle Uygur nüfusunun doğum oranlarında %80’lere varan bir azalma görülmüştü. Bunun ardında, binlerce Uygur kadına uygulanan zorunlu doğum kontrolü ve kısırlaştırma politikalarının olduğu ortaya çıktı.
Kamp dışında kalan nüfus için de hayat bir anda gri ve korku dolu bir rutine dönüşmüştü. Her aile, her birey potansiyel şüpheli sayılıyordu. Bazı evlere, “aile gibi olma” programı kapsamında Han Çinlisi memurlar yerleştiriliyor, haftalarca Uygur ailelerle birlikte yaşayarak onları gözetliyordu. Bu uygulama, resmî olarak “etnik uyumu pekiştirmek” için yapıldığı iddia edilse de, fiiliyatta Uygur aile mahremiyetinin ihlâli anlamına geliyordu. Öyle ki, evin erkeği kamptayken, eve yerleştirilen erkek bir Çinli görevlinin aileyle geceyi geçirdiği, aynı sofraya oturup aynı evi paylaştığı durumlar yaşandı. Bu vaziyet toplumda büyük bir huzursuzluk ve aşağılanma duygusu yarattı, fakat sesini çıkaran olamadı. Zira en ufak bir itiraz, “aşırıcı düşünce” belirtisi olarak kişinin de kampa gönderilmesine yol açabilirdi.
Çin devleti 2018 yılına kadar ısrarla bu kampların varlığını reddetti. Ancak uydu fotoğrafları, bölgeye seyahat eden gazetecilerin gördükleri ve sızan belgeler gerçeği gizlenemez hale getirdi. Köylerin kenarına kurulmuş devasa tesisler, çevresi tel örgüler ve nöbetçi kuleleriyle sarılı alanlar, sonunda dünya medyasında yer almaya başladı. Çin, köşeye sıkışınca strateji değiştirerek bu merkezlerin “mesleki eğitim ve terörle mücadele kapsamında rehabilitasyon” amaçlı olduğunu savunmaya geçti. Devlet televizyonunda kamptaki Uygurların dans edip şarkı söylediği, mutlu göründüğü videolar yayınlandı; resmî açıklamalarda bu kişilere dil ve meslek öğretildiği, sonra mezun edilip iş sahibi yapıldığı iddia edildi. Ne var ki, binlerce aile için bu söylemin bir karşılığı yoktu, zira kamplarda kaybolan yakınlarından hâlâ hiçbir haber alamıyorlardı. Uluslararası insan hakları kuruluşlarının raporları, aslında kampların birer beyin yıkama merkezi ve önleyici toplu cezalandırma aracı olduğunu ortaya koyuyordu. Suç sayılan fiillerin absürtlüğü ise dehşet vericiydi: Yurt dışına akraba ziyareti için gitmek, evinde Kur’an bulundurmak, yabancı bir web sitesini ziyaret etmek, namaz kılmak, hatta bir dönem sakal bırakmış olmak bile “aşırılık belirtisi” sayılıyor ve kampa gönderilme gerekçesi yapılabiliyordu. Kısacası, Uygur ve diğer Türk Müslüman halkın gündelik hayatının neredeyse her unsuru kriminalize edilmişti.
2019 yılına gelindiğinde, uluslararası baskılar ve belki de bu dev kamp sisteminin sürdürülemez maliyeti nedeniyle Çin hükümeti kamp politikasında görünürde bazı değişikliklere gitti. Önce bazı kampların kapatıldığı, tutukluların salıverildiği yönünde açıklamalar yapıldı. Gerçekte ise çoğu kişi serbest bırakılmadı; bir kısmı doğrudan fabrikalara ucuz iş gücü olarak transfer edildi, bir kısmı ise uydurma suçlamalarla resmî cezaevlerine mahkûm edildi. Bu nedenle kampların içi boşalsa dahi, hapishaneler Uygur mahkûmlarla dolmaya başladı. Ayrıca toplumsal kontrol uygulamaları hiç gevşetilmedi. Bugün Doğu Türkistan’da insanlar hâlâ yoğun bir dijital gözetim altında yaşamlarını sürdürüyor; her adım izleniyor, her sohbet kaydediliyor. Camilerin önemli bir bölümü yıkılmış durumda veya ibadete kapalı; açık kalanlar da devlet memurlarının denetiminde ve kısıtlı faaliyet gösterebiliyor. Geleneksel mahalleler, pazar yerleri birer birer dönüşüme uğruyor, kadim kent dokusu silikleşiyor. Uygur Türkçesi kamusal alandan neredeyse tamamen çekildi; okullarda eğitim dili olarak sadece Çince kullanılmasına yönelik kararlar alındı. Genç kuşaklar kendi ana dillerini öğrenemeden büyürken, atalarından devraldıkları tarih bilincinden ve millî şuurdan da mahrum bırakılıyorlar.
Tüm bu tablo, pek çok gözlemci tarafından “kültürel soykırım” olarak nitelendiriliyor. Çin devletinin resmî niyeti her ne kadar inkâr edilse de, uygulamaların sonuçlarına bakıldığında Doğu Türkistan’ın yerli halkının kimlik ve benliğinin sistematik biçimde hedef alındığı açıkça görülüyor. Pekin yönetimi, dış dünyaya karşı her ne kadar “terörle mücadele”, “radikalleşmeyi önleme” gibi argümanlar öne sürse de, masum insanları devasa kamplarda alıkoymak, tüm bir nüfusu etnik ve dinî özelliklerinden dolayı potansiyel suçlu ilan etmek, hiçbir meşru güvenlik gerekçesiyle izah edilemez. Bu, baskıcı bir asimilasyon projesidir. Yıllar içinde biriken arşiv belgeleri, sızan resmî yazışmalar, yüksek düzey yetkililerin konuşmaları da aslında bu niyeti ele vermektedir. Örneğin, Çin Komünist Partisi’nden sızan bir belgede, bölgedeki yöneticilere “nesillerini, köklerini ve bağlantılarını tamamen koparın” talimatının verildiği ortaya çıkmıştır. Bu ifade, bir halkın kültürel köklerini kazımayı amaçlayan bir bakış açısını net biçimde ortaya koymaktadır.
Bu stratejinin bir parçası olarak, Uygur toplumunun önde gelen birçok ismi de bu çarkın içinde susturulmuş veya yok edilmiştir. Örneğin Uygurların meşhur halk ozanı Abdurehim Heyit, 2017'de "sakıncalı" kabul edilen şarkıları nedeniyle tutuklanmış; hapiste işkence gördüğü ve öldüğü yönündeki haberler uluslararası kamuoyunda infial yaratınca Çin makamları aceleyle sanatçının hayatta olduğunu gösteren bir video yayınlamıştır. Heyit hâlen özgürlüğüne kavuşamamışken, Kaşgar Üniversitesi’nin saygın profesörlerinden antropolog Rahile Davut gibi kültür insanlarından 2017'deki gözaltılarından bu yana haber alınamamaktadır. Yine pek çok yazar, şair, müzisyen ve din âlimi ya uzun hapis cezalarına çarptırılmış ya da cezaevi koşullarında hayatını kaybetmiştir. Toplumun akıl ve kültür önderlerinin sistematik biçimde hedef alınması, Türksüzleştirme politikasının ulaştığı boyutları gösteren acı bir kanıttır.
Tüm bu zulüm politikalarının ortasında, Doğu Türkistan halkı çaresiz ama aynı zamanda onurlu bir sabırla var olma mücadelesi veriyor. Dış dünya ile bağlantıları kesilmeye çalışılsa da, sürgündeki Uygur diasporası ve çeşitli insan hakları savunucuları onların sesi olmaya gayret ediyor. Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Uygur Türkleri, ailelerinden haber alamamanın ıstırabıyla uluslararası topluma çağrılar yapıyor.
Türkiye, tarihi ve kültürel bağları nedeniyle 20. yüzyıl boyunca Doğu Türkistan davasıyla yakından ilgilenmiş bir ülkedir. 1950’lerde Komünist rejimin baskılarından kaçan Uygur ve Kazak muhacirlerin bir kısmı Türkiye’ye sığınmış, vatandaşlık alarak yerleşmiştir. İstanbul ve Kayseri gibi şehirlerde bu diaspora yeni bir hayat kurarken, kültürlerini de yaşatmaya devam etmiştir. Sürgündeki Uygur liderlerinden merhum İsa Yusuf Alptekin, ömrünün sonuna dek Ankara’da Doğu Türkistan mücadelesini dünya gündemine taşımaya çalışmış; Türkiye’de kamuoyu oluşturulmasında etkili olmuştur. Türk halkı genel olarak bu kardeş topluma karşı tarihî ve dinî yakınlık hissetmiş, zaman zaman tepkisini dile getirmiştir. Nitekim 2009’daki Urumçi olayları sonrasında Türkiye’de kamuoyunda oluşan infial üzerine dönemin başbakanı yaşananları “adeta soykırım” sözleriyle kınamıştı. 2019’da da Uygur sanatçı Abdurehim Heyit’in Çin hapishanesinde öldüğü iddiası Türkiye’de yankı bulmuş, Dışişleri Bakanlığı bu vesileyle toplama kamplarını eleştiren ve Çin’i sorumlu tutan bir açıklama yapmıştır. Yine de resmî düzeyde Türkiye de dahil birçok ülke, Çin’le ilişkilerini tamamen koparmamak adına temkinli davranmaktadır.
Bu tanıklıklar, bu yaşananların abartılı propaganda değil, bizzat hayatlarına kazınmış gerçekler olduğunu ortaya koyuyor. Öte yandan, uluslararası camianın tepkisi henüz somut ve birleşik bir yaptırıma dönüşebilmiş değil. Batılı ülkeler Çin’i eleştiren açıklamalar yapsa da, çoğu İslam ülkesinin ve komşu devletlerin sessiz kalması, hatta Çin’in resmî tezlerini desteklemesi Doğu Türkistanlıların yalnızlık hissini artırıyor. Siyasi ve ekonomik nüfuzu güçlü bir ülke olan Çin’e karşı devletler düzeyinde tepki göstermek zor olsa da, halkların vicdanında Doğu Türkistan’daki zulme karşı bir farkındalık her geçen gün büyüyor.
Bir Türkiye Türkü olarak bizler, Doğu Türkistan’daki kardeşlerimizin uğradığı haksızlıkların takipçisi olmayı bir vicdani sorumluluk sayıyoruz. Bu meselede ne Amerika’nın stratejik çıkarlar uğruna yaptığı suni ilgiye tamamen bel bağlamalı, ne de Çin’in “hepsi yalan, sadece terörle mücadele ediyoruz” şeklindeki propagandasına aldanmalıyız. Akıl ve vicdan ile bakıldığında görülen şudur: Doğu Türkistan’da tarih boyunca uygulanan Türksüzleştirme politikaları, son yıllarda görülmemiş bir düzeye ulaşmıştır. Dil, din ve kültür yok edilmeye çalışılırken, insanlar fiziksel ve psikolojik baskı altına alınmaktadır. Bu durum karşısında tarafsız kalmak, sessiz kalmak, insanlık vicdanı adına mümkün değildir.
Sonuç olarak, Doğu Türkistan’ın hikâyesi bir yönüyle emperyal güçlerin bir coğrafyayı yutma çabasının, diğer yönüyle de bir halkın kimliğini koruma mücadelesinin hikâyesidir. Geçmişten bugüne türlü imtihanlardan geçen Uygur Türkleri ve bölgedeki diğer halklar, nice zorluklara rağmen varlıklarını sürdürmüştür. Bugün de Çin devletinin baskıcı politikalarına rağmen, kalplerinde kimliklerinin ateşini taşımaya devam ediyorlar. Her ne kadar okul kitaplarından tarihleri silinmeye çalışılsa da, evlerde fısıltıyla da olsa bu miras yeni nesillere aktarılıyor. Yasaklar ve zulüm ne kadar şiddetli olursa olsun, insanların ruhundaki özgürlük ve aidiyet duygusunu tamamen söküp atmak kolay değildir.
Bizler Türkiye’de rahat koltuklarımızda bu satırları okurken, Doğu Türkistan’da bir anne belki kampta kaybolan oğlunun yolunu gözlüyor, bir çocuk anne-babasının hangi “suç”tan ötürü alındığını anlayamadan yetim büyüyor. Bu dramların daha fazla yaşanmaması için uluslararası toplumun harekete geçmesi gerekiyor. Elbette ki bu, hassas bir diplomatik denge meselesi; ancak insan hakları ve temel insan onuru, hiçbir siyasi çıkar hesabına kurban edilmemelidir. Doğu Türkistan halkının meşru talepleri dile getirilmeli, Çin üzerinde bu politikaları sonlandırması için baskı artmalıdır.
Tarih bize gösteriyor ki, hiçbir baskı rejimi ebediyen sürmez. Doğu Türkistan’ın kadim toprakları da, nice fırtınalar atlatmış, defalarca istilaya uğramış ama sonunda yine o toprağın evlatları varlıklarını korumuştur. Bugün yaşananlar belki en çetin sınavlardan biri; modern teknoloji ve totaliter yöntemlerle yürütülen bu asimilasyon girişimi, insanlık adına utanç verici bir dönem olarak hatırlanacaktır. Fakat umudumuzu yitirmemeliyiz. Uygur türkülerinin bir mısrasında denildiği gibi, “Gün doğar, zulüm biter; yeter ki inancın yitmesin.” Doğu Türkistan’ın yeniden huzura kavuşacağı, halkın kendi kimliğiyle onurlu bir şekilde yaşayabileceği günlerin gelmesi en büyük temennimizdir. Bu uğurda biz de Türkiye’deki kardeşleri olarak elimizden gelen duyarlılığı göstermeye, onların sesi olmaya devam edeceğiz. İnsanlığın vicdanı bu sessiz çığlığa kayıtsız kalmadıkça, er ya da geç adalet yerini bulacaktır.