Din devletinin tümüyle kendi temel prensipleriyle kurulduğu toplulukları inceleyecek olursak bu toplulukların henüz belirli özellikleri haiz, çeşitlilik göstermeyen ve insanların kolaylıkla birbirleriyle uyum sağlayabileceği küçük devletçikler, kabileler yahut şehirlerde egemen oldukları görülecektir. Bu oluşumlarda din, zaten belirli bir toplumun inancına dayandığından ve bu toplum, geniş ölçekli olmayan bu devletlerin temel kurucusu olduğundan din ilkelerinin halihazırda devlet ilkeleri olması doğaldır. Aşina olduğumuz Babil kanunlarının önemli bölümlerinde Babil tanrılarına atıfta bulunması da varılacak bu sonucu destekler niteliktedir.
İnsan topluluklarının birbirlerinden kopuk yaşadığı dönemlerin sonu ticaretle birlikte gelişen ilişkiler, savaşlar ve kaynaşmalarla birlikte sona ererken çeşitli inanç prensiplerine sahip insanların bir araya gelmeleri ise topluluklarda olduğu üzere inançlarda da politik bir zorlamaya dayalı yahut sosyolojik iletişimler dolayısıyla bir kaynaşmaya sebebiyet verecektir. Bu kaynaşmaların neticesinde dini prensiplerin kimi yumuşamaya uğrarken kimi sertleşecek, kimi somut realist özellikler kazanırken kimi ise soyut mistik bir yapıya erişecektir. İslam dinine dayalı şeriat yapısının ise özellikle dört halife döneminden itibaren değişmeye ve yıpranmaya başlaması yani dinin kümülatif yapıya uygulanır temel politikalarda iyi sonuçlar elde edememeye başlamasının sebebi temel ilkelerin kurucu şahsiyetlerinin etkinliğini yitirmesiyle birlikte genişleyen devlet ile birlikte toplumda gerçekleşen hızlı ve yoğun değişimlerdir. Doğuda mistisizme, batıda ve güneyde yerel inançlara, kuzeyde ise hristiyanlığa maruz kalan İslam Devleti'nin dini niteliği artık yalnızca kanunlarda ve politikada geçen bir iddia halini almıştır.
Rasyonalizmin gelişmesiyle birlikte dini inançlar için yeni bir dönem başlamış, din toplum içindir algısı din birey içindir anlayışına evrilmiştir. Bu anlayışın temel getirisi olarak artık toplumlar bireyleri içinde bulundukları farklılıklara dayanarak yargılamayacak aksine bireyler birbirlerine, içlerinde bulundukları iyi niyet ve birey temelli yaklaşımlarıyla inanç farklılıklarına saygı çerçevesini oluşturacaktır. Din ve devlet arasındaki ilişki ise bu değişimin ardından tartışmalara konu olmuştur. Zira herkesin inancına bireyin doğal ve ahlaki yapısı ölçüsünde getirilmiş bir hürriyet halinde devletin ne temelli şekil alacağına dair sorgulamalar açığa çıkacaktır. Modern görüşün üç benzer ancak bir o kadar da farklı önerisi olan sekülerizm, laiklik ve devlet ateizmi bu dönemle birlikte gerek teoride gerekse pratikte baş gösterecektir. Sekülerizm tamamen dine dayalı olmayan ancak dine benzetilebilecek bir yaşam biçimi öngörürken devlet ateizmi ise dini kendisi ve bünyesinde bulunan yurttaşlar dahilinden söküp atmak ister. Bu iki görüşe nazaran laiklik, devlet için daha amacına uygun bir ilke olacaktır. Şöyle ki istenen şey yurttaşların bir yaşam biçimi içerisinde bulunmaya yahut yaşam biçimlerini reddetmeye zorlanması değil bu konuda insanlık ölçüsünde serbest kılmak ve devleti tüzel kişiliği gereği bu insani tartışmadan uzak tutmaktır.
Gelişen ve değişen toplum yapısı, dini ilkelerin bütüne değil parçalara uygulanabilir olması ve küreselleşen Dünya karşısında, laik bir devleti benimsemek sizi dininizden uzaklaştırmayacak, eğer dininiz de sizin ona inandığınız gibi size inanıyor ise bu benimseme sizi bizzat dininize daha yakın kılacaktır. Politik bir kavramı sırf farklı kümelerin elemanı olduklarından ötürü inanca dayalı bir kavramla yan yana tutmamak yahut birbirlerinin antitezi olarak kabul etmek yanlıştır. Zira düşüncede insan varsa kanaatte birlik vardır.